Kimse kızmasın o partiyi yazdım
Hasan Cemal’le Orhan Pamuk’u en son Stockholm’de Nobel zamanı birlikte görmüştüm.Sokakta insanlar Cemal’i çevirip “kazandığı Nobel ödülü”nden dolayı kutluyorlardı. Geçenlerde ikili Hasan Cemal’in doğum gününde yine bir araya gelmişler; bu sefer karıştıran olmamıştır umarım.
Orhan Pamuk’la Ertuğrul Özkök’ün aynı mekanda aynı anda ya ilk bulunuşu ya da nadir bir tesadüf.
Okay Gönensin de hazır bulunmuş. İzinde olduğu için köşesini yazmıyormuş. Sanki yazarken okuyan vardı da iznini fark edeceğiz.
Cengiz Çandar, Mehmet Altan, Murat Belge, Nuray Mert, Ferhat Boratav diğer konuklar arasında. Sahi Boratav 2010 yılında Pennsylvania ziyareti sırasında kendisine hediye edilen saat veya kalemi hâlâ saklıyor mu acaba?
Gecenin DJ’i Yavuz Baydar’mış. Konuklara “Satisfaction” şarkısını çalmış.
Gece meddahsız olur mu: İki fıkra, bir sohbet, birkaç anektot, bir de CHP’ye küfür derken Sırrı Süreyya Önder. Bir-iki eksik ya da fazla dışında kadro, Orhan Pamuk’u Nobel alırken yalnız bırakmayan kadro. Birkaç farkla. Mesela bu partideki çoğu insan Nobel zamanı basında iktidar sahibiydi, bugün işsiz. Aynı şekilde iktidar katında da saygındı, bugün en azılı AKP ve Recep Tayyip Erdoğan düşmanları arasında yer alıyorlar. Aralarına Ertuğrul Özkök’ü almalarına şaşırdım. Ama daha çok Ertuğrul Özkök’ün gitmesine, hiçbir şey olmamış gibi eski arkadaşlarıyla kadeh tokuşturmasına şaşırdım. En son hatırladığım kadarıyla Hasan Cemal ve Cengiz Çandar, Aydın Doğan’ın sahibi olduğu kanalda Ertuğrul Özkök’ü gizli örgüt lideri ilan eden küçük bir gazetenin reklamını yapıyorlardı. Bugün yalan olduğu anlaşılan pek çok uyduruk iddiayla masum hayatları karartan, hâlâ insanların hapiste çürümesine neden olan gazetenin. O gazeteyi Mehmet Altan’ın ağabeyi çıkarıyordu.
Yavuz Baydar değil miydi Dünya Editörler Forumu’na mektup yazıp “Ertuğrul Özkök’ü üyelikten çıkartın, yerine Ekrem Dumanlı ve Ahmet Altan’ı alın” diyen. Sırrı Süreyya apaçık ‘faşist’ bile demişti Özkök’e. Aynı Baydar “Türkiye’de sadece sekiz tutuklu gazeteci var” diyen ve bugün CPJ’in de utandığı raporu Batı basınına İngilizce yazılarla ‘kusursuz çalışma’ diye yutturmaya çalışıyordu.
Ertuğrul Özkök’ün yapı olarak kin tutmadığını çok iyi biliyorum. Ben de kin tutulsun demiyorum zaten, ama bu partideki güruhtan önce yakın tarihin kirli hesabı sorulmadan kadeh tokuşturmayı Ertuğrul Özkök’ün ilk günden beri yanında durduğu dönem mağdurlarının vicdanına sığdıramıyorum. Kuddusi Okkır’a, Yarbay Ali Tatar’a… Ve tabii İlhan Selçuk’a.
Hasan Cemal, Mehmet Altan ve Cengiz Çandar üçlüsü bugün iktidarı sert dille eleştiriyor olabilirler, ama yakın zamana kadar AKP’nin ideolojik meşruiyetinin mimarlarıydı. İktidar onlar sayesinde kendisini temize çekiyordu.
Hasan Cemal ciddi ciddi Türkiye’de darbe olacağına inanıyor, “Yasadışı dinlemeler olabilir, ama içeriğine bakalım” diye yazı yazı-yordu. Bugün iktidar bile darbe davalarına inanmıyor; yeniden yargılama tartışılıyor. Mehmet Altan her gece Cemaat kanalında ‘Darbe de darbe’ diye bağırıyordu.
Osman Kavala aracı olup, Dani Rodrik’i görüştürmek istediğinde Hasan Cemal “Aman beni bulaştırma” demişti telefonda. “Öteki tarafa da sorun” sözüyle ünlü gazeteci öteki tarafı dinlememişti bile.
Bir-iki sene öncesine kadar Amerikan televiz-yonlarına çıkıp Erdoğan’ın askere savaşını kutlayan Orhan Pamuk… Murat Belge’nin devlet şiddetiyle hayatını kaybeden Metin Lokumcu hakkındaki yorumlarını -en azından ben- unutmadım, unutmayacağım. Doğan Akın değil miydi Mustafa Balbay’ın çarpıtılarak sızdırılan günlüklerini ilk yayınlayan?
“İşsiz bir gazetecinin doğum gününü kutladık,” diye yazmış Özkök, “başka işsiz gazetecilerle.”
Bugünkü otoriter düzenin temelini bu ‘işsiz’ gazeteciler attı. “Ulan hepimiz oradaydık be” diye despotun sözünü evcilleştirerek espri yapmışlar ya partide; hepsi oradaydı işte.
1 Mayıs 2011’de hepsi bir başka yerdeydi. “Mehmet Barlas, Taha Akyol, Fehmi Koru, Yavuz Baydar, Hasan Cemal ve diğerleri” diye tweet atmış Mahmut Övür. O zaman da minibüs şoförü üsluplu non-gazetecinin doğum gününde kadeh tokuşturuyorlardı. Aynı çocuk her gece beni ve diğer gazetecileri hapse attırmak için uğraşıyordu.
Ulan, Ertuğrul Özkök o gece orada değildi ama. ‘Darbeeee’ diye toplu inleme seanslarında ya da “Şu gazeteciler içeri atılsın” dendiğinde de yoktu. Tıpkı Hasan Cemal’in doğum gününe katılan dik duruşlu birkaç başka gazeteci gibi.
Her şey bu kadar çabuk unutuldu da, kutlama faslının, “satisfaction”ın zamanı mı geldi mi? Yapmayın lütfen. Bu kadar kolay olmamalı.
Elbette Hasan Abi’nin doğum günü kutlu olsun. Basında kıdeme inandığım için benim için hâlâ Abi’dir o; umarım daha uzun yıllar aramızda olur. Ama ben Elia Kazan Oscar onur ödülünü alırken yerinden kalkmayan, alkışlamayan Nick Nolte kalmak istiyorum.
Bu aralar çok moda
Yoğurt ve turşuculuk
Tıpkı bıyık gibi turşuculuk da Brooklynliler’in olmazsa olmaz simgelerinden biri. Yumurtadan bamyaya her şey turşulanıyor, şık ambalajlarda küçük marketlerde yüksek fiyattan satılıyor. Bir başka moda da yoğurt. Bildiğimiz yoğurt burada Yunan yoğurdu. Hatta Chobani’nin Türk sahibi bile Yunan yoğurdu diye satıyor. Ama onunki çok şekerli ve çok piyasa işi. Ben bu aralar Brooklyn menşeili “White Mustache” markasına taktım. ‘Artisanal’ deniyor böyle ürünlere; yani eski usullere göre özenle yapılmış, elle üretilmiş, küçük miktarlarda satışa sunulan gibi anlaşılabilir. White Mustache yoğurtların cevizli, vişneli, pancarlı ve ayvalı çeşitleri var. Amerikalıların çoğu ayvanın ne olduğunu bile bilmiyor; Türkiye’deki ayva reçelinin üstünde çok ağır olmayan bir süzme yoğurt düşünün. Muhteşem. Türkiye gibi bir yoğurt ve turşu ülkesine bunları anlatmak komik belki… Ama Türkiye’deki hiçbir meyveli yoğurt ya da turşu bu klasmanda değil. Son 20 yılda çilekli yoğurdun üstüne bir taş kondu mu? Ali Sabancı’ya duyurulur: Yoğurt ve turşu deyip geçmeyin.
Bisiklet notlarım
Mustafa Sarıgül’ün bisikletin ulaşım aracı olmasını isteyen gruplarla epey uzun zamandır toplantılar yaptığını öğrendim, sevindim. Umarım açıklayacağı büyükşehir projelerinde bisiklet şeridi de yer alır. Embarq Türkiye isimli dernek bisikletli yaşamın yaygınlaşması için canla başla çalışıyor. Ne yazık ki sesleri yeterince duyulmuyor. Görmezden gelmeyin. Kadıköylüler’den belediye başkanı Selami Öztürk’e haksızlık yaptığıma dair itirazlar geldi. Caddebostan Parkı’nda, sahil yolunda yıllardır bisikletli hayat vardı, Yoğurtçu Parkı’nda bisiklet şeridi açıldığını atlamışım. Karşıya daha çok geçmem gerek.
İzmir’de de tıpkı Batı şehirlerinde olduğu gibi bisiklet kiralama programı başlamış durumda.
Sosyal demokrat belediyecilik anlayışına küfredenlere duyurulur: Yukarıdaki notların hepsinin ortak noktası sosyal demokrat belediyeler. Medeni ne varsa onlar sayesinde oluyor. İstanbul Metrosu inşaatının da en beğenilmeyen sosyal demokrat belediye başkanı Nurettin Sözen döneminde başladığını hatırlatalım.
Kıssadan hisse: Sağcılar sadece bina yapar. Bir de içkiyi yasaklıyorlar.
Konunun Hıristiyanlıkla ne ilgisi var?
İşte gerçek ustalara saygı
Amerika bir ‘come back’ ülkesi. Kariyerinin zirvesindeyken saçma sapan hatalar yapan, parasını saçıp savuran, her şeyini kaybeden büyük bir yıldız düşünün… Sonra bir gün, birisi, tesadüfen onu hatırlıyor ve mesela filminde oynatıyor.
O da öyle bir oyunculuk sergiliyor ki herkesin gözü kamaşıyor. Zaten yıllar sonra yeniden ortaya çıkmasının yarattığı mitoloji herkesi büyülemiş. Mickey Rourke mesela… ‘Come back’ yaptıktan sonra Oscar adayı olmuştu, ödülü alan Sean Penn “O benim kardeşim” demişti sahneden. Ben bir gün Aydemir Akbaş’ın sinemaya döneceği günü bekliyorum; belki de Türkiye’nin en iyi oyuncularından biri, ama dönse bile kim bağrına basacak?
Geçen pazar geceki Grammy’leri izlerken geri dönenleri coşkuyla karşılayan bir kültürün ne kadar zenginleştirici olduğunu düşündüm. Biz Türkler ‘düşene bir tekme daha’ ülkesiyiz ne yazık ki. Bu farkın dini bir farklılıkta gizli olduğunu düşünüyorum ne zamandır. Benzeri birçok Batı ülkesine göre din Amerika’da daha içselleştirilmiş, gündelik hayata kendini görünmeden daha monte etmiş durumda. Hıristiyanlığın bağışlayıcı, affedici yönüyle düşüp de yeniden ayağa kalkanların kabullenilmesi arasında bir bağ var mı? Bence mutlaka var. Grammy töreninde Stevie Wonder sahnedeydi. Onun için düşmüş denemez, ama epey zamandır ortalıkta yoktu. Bugün müzik dünyasının en büyük prodüktörü olan Pharrell Williams ve yine geçen seneyi sallayan Fransız robotlar Daft Punk’la birlikte sahneye çıktı. Bir başka disco efsanesi Nile Rodgers’ın gitarını da ekleyeyim.
Michael Jackson 17 yaşındayken Stevie Wonder’ın albüm kaydetmesini gece gündüz stüdyoda izlermiş. Gözleri görmeyen Wonder çoğu zaman onun varlığından bile habersizmiş. Böyle bir efsane…
“Get Lucky” zaten mars olmuş durumda, ama o gece Wonder’ın “Another Star”ıyla birleşince salonda kıyamet koptu. İzlemişsinizdir herhalde: Yaşayan Beatles üyeleri, Yoko Ono, Jay ve Beyonce, Bruno Mars, Katy Perry, Taylor Swift, Steven Tyler… Bütün müzik dünyası ayakta dans ediyordu, kendinden geçmişti.
Pharell’in yüz ifadesinden sahnede bir devle birlikte olmaktan ne kadar heyecanlandığı anlaşılıyordu.
Bizde “Ustalara Saygı” gecesi yapılsa salonu ancak başka ustalar, akranlar dolduruyor.
Apartmandaki ünlü komşum
Bugünlerde herkes aranıyor
Kısa bir süre oturduğum Upper West Side’da binada emlakçının ilk gösterdiği daire dokuzuncu kattaydı, mutfağı biraz küçük olduğu için tam içime sinmedi, oyalandım, o arada da daire çoktan kapıldı. Aynı binanın beşinci katına taşındım.
Bir gün eve girerken kapı zilinde Jonathan Groff yazdığını gördüm. Dokuzuncu katta, benim taşınmadığım dairenin tam yanında oturuyormuş meğerse. Duvara bardak dayayıp dinlemek yerine duvarlara kafamı vurdum tabii ki.
“Glee” dizisini izleyenler Jonathan Groff’u ilk sezondan hatırlar, müzikal meraklıları zaten “Spring Awakening”den biliyordur. “Star Trek”in yeni versiyonunda Spock’u oynayan Zachary Quinto’nun da yakın zamana kadar sevgilisiydi. Apartmanın kapı görevlisi “Çok tatlı, sevgilisi de çok kibar, hep selam veriyorlar” diye anlatıyordu onu. Groff’la ilk kez sabah 07.00 gibi kilitlenmeyen kapımı yaptıracak birini ararken lobide karşılaştım. Fena halde akşamdan kalmaydım, o da sabah koşusuna gidiyordu. İki seçeneğim vardı. Ya kapıyı yaptırmak, ya da onun peşinden gitmek. İlkini seçtim.
Sonra birkaç kere apartman kapısını açtım ona. Aynı asansöre binecekken aptallık edip posta kutuma gittim, o sırada çoktan gitmişti. Halbuki orada muhabbeti açabilirdim.
Bir kere de o bana kapıyı açtı, bisikletimi sokmama yardımcı oldu.
Yine konuşmadım. Galiba biraz tutukluk yapıyorum ünlü görünce.
Apartmanda “ünlü komşu” sahibi olmak New York’un karakterlerinden biri. Ama ünlüleri tanımamak, tanısanız bile tanımamış gibi yapmak da bir New Yorklu davranış biçimi. Bu yüzden kaç seferdir spor salonunda Neil Patrick Harris’le konuşmuyorum bile.
Jonathan Groff bu sene HBO’nun “Looking” (Aranmak, diye çevirebiliriz) adlı dizisinde oynuyor. Dizi tam patlama yapmadı ama yavaş yavaş değeri anlaşılacak, Groff da daha ünlenecek. “Looking” ne yazık ki Türkiye’nin bu şartlarında hiçbir zaman göste-rilmeyecek. Bizim hayatımız gibi dizi. Ben ve arkadaşlarım sanki… Hepimiz, kadın, erkek, gay, heteroseksüel nasıl yaşıyorsak, gündelik haya-tımızda neler görüyorsak, nelerle uğraşıyorsak, neler canımızı sıkıp mutlu ediyorsa onu anlatıyor. Sadece üç ana karakteri eşcinsel, o kadar.
Ama derdi eşcinsellik değil. Nasıl eşcinsel olunduğuyla falan ilgilenmiyor, bunu çoktan aşmış, verili kabul ediyor. İlginç olmak adına stereotipler karakterlere sığınmıyor.
Eleştirenler de var tabii. New York dergisinde Matt Zoller Seitz, “Looking”e yönelik tepkileri zamanında “Cosby Show”a yönelik itirazlara benzetmiş. Cosby, Amerikalı siyah olmayı (sanki bu homojen bir tecrübeymiş gibi) yeteri kadar vurgulamamakla itham ediliyordu; hatta karakter neredeyse beyaz rolü yapan siyahlara benzetiliyordu. Oysa Amerika’da o dönem sokaklarda taş (crack) satan siyahlar olduğu gibi Bill Cosby’nin ekranlara yansıttığı gibi yaşayan pek çok benzer aile de vardı. İyi okullarda okuyan, varlıklı, kültürlü…
“Looking”de pek Kuşum Aydın değil, daha çok Ömer Karacan.