Kim kimin yerine geçti (Bölüm II)

Yeni Nazlı Ilıcak: Televizyon tartışmalarında da parlayan Aslı Aydıntaşbaş. Geçmişte TRT’nin açık oturumlarının bir numaralı konuğu Ilıcak’tı; tıpkı bugünkü gibi bildiğini savunur, karşısındakine kök söktürürdü. Ama ne olursa olsun dersini çalışırdı. Aydıntaşbaş onun gibi ideolojik değil, tam bir Amerikalı gazeteci mesafesiyle yaklaşıyor ele aldığı konuya. Ama o da tartışmada karşısındakini pes ettirene kadar vazgeçmiyor.

Yeni Fikret Bila: Ankara’nın bir bileni Abdülkadir Selvi. Eskiden Bila iktidara (Ecevit’e) ve dönemin baskın gücü askere yakınlığıyla haber atlatır, kimsenin sahip olmadığı ayrıntılarla manşet çıkarırdı. Bugün tek bir güç odağı var: Erdoğan. Ama Selvi ona yakınlığını Beyefendi’ye tapınmak için kullanmıyor, aksine çok önemli ayrıntıları içeren haberler yazıyor. Ankara’da ne oluyor diye Selvi’ye bakmak şart.

Yeni Altan Öymen: Sakin, karizmatik ve bilgili Kadri Gürsel. Türk basınının her zaman bir ahlaki pusulaya ihtiyacı olmuştur, yıllardır da Altan Öymen bir duruştur. Kadri Gürsel, Milliyet geleneğini sürdürüyor. Diyelim ki ileride büyük bir tartışma oldu, ‘Kadri Gürsel nasıl durmuş’ sorusu basının geri kalanına da yol gösterecek. Ancak hem Öymen’in, hem Gürsel’in en büyük hatası kendi kıymetlerini bilmeyip basındaki ucuzluklarla ekranı paylaşıp, onlara meşruiyet kazandırmaları.

Yeni Uğur Mumcu: Bugünün bilinmeyen gerçeklerini ağzımızı açık bırakacak şekilde ortaya çıkaran Soner Yalçın. Durmaksızın okuyor, araştırıyor, karşısındakini bilgiyle dövüyor. Bu yüzden de, tıpkı Mumcu gibi, çok fazla düşman kazanıyor. Dahası iflah olmaz bir Kemalist. Peki esnemeye, vazgeçmeye, pes etmeye, hizaya gelmeye niyetli mi? İki yıl hapis yatmak bile onu egemenlere boyun eğdiremediğine göre…

Yeni Elif Şafak: Yeni romanını İngilizce yazan Kaya Genç. İlk romanı “Macera” okunamayacak kadar kötüydü (Türkçesi bakımından) ama Yapı Kredi’den çıkmıştı. Tıpkı Şafak’ın okunması imkansız ağdalı Türkçesiyle yazdığı “Pinhan”ın İletişim’den çıkması gibi. Artık ikisi de İngilizce yazıyor ve dostluklarını Batı med-yasından isimlerle kuruyorlar. Formülü biliyorlar.

Yeni Ruşen Çakır: Cemaat konusunda ansiklopedi yazabilecek kadar bilgili Barış Terkoğlu. Eskiden Türkiye’de Siyasi İslam denince gözler Çakır’a dö-nerdi; bugün Cemaat var. Terkoğlu, hapse girmeden önce de yakından takip ettiği Cemaat’in kodlarını hâlâ çözmeye devam ediyor. Gülen hareketinin Utah bağlantısından polislere, yargıdaki uzantılarına kadar pek çok tartışılan konuyu ilk kez o yazdı.

Yeni Hasan Cemal: Kendisine parlak çocuk muamelesi yapılan Eyüp Can. Tıpkı Cemal gibi derdi ortadan yazmak… Bir parıltısı var mı, henüz görmedik. Hasan Cemal’in Osmalı’ya dayanan şeceresi, Can’ın da Harvard’dan vasat bir yüksek lisansı kendilerini ‘şık’ yapmaya yetiyor. Hasan Cemal’in sol geçmişinin günahını çıkardığı anıları gibi Can’dan da Cemaat yılları hakkında bir anı kitabı gelirse şaşırmayın.

Yeni Ece Temelkuran: Buram buram vicdan kokan yazılarıyla Radikal’den Pınar Öğünç… Üniversite kantinlerindeki solcular yeni kahramanlarını buldu. Öğünç’ün kalemi sayesinde baskın beyaz ırkın vicdan azabı da bir parça hafifliyor; okur kitlesi küçük bir Anadolu kasabasında yaşanan mağduriyet için yerinden kımıldayıp taş üstüne taş koymaya niyetli değil. Ama Öğünç yazdıkça, onlar da okudukça kendileri de değişime katkı sağlıyormuş gibi hissediyorlar.

Yeni Celal Başlangıç: AKP döneminin Olağanüstü Hal’ini haberleriyle tarihe not düşen İsmail Saymaz… Geçmişteki OHAL’i, işkenceyi, henüz moda olmadan Alevi ve Kürt meselesini sık sık Cumhuriyet’te Celal Başlangıç haber yapardı. Bu konulara kendisini adamıştı araştırmacı gazeteci. Dönemin mağdurları ve ezilenler değişti, şimdiki OHAL’in nabzını da Saymaz tutuyor.

Yeni Emin Çölaşan: Belki en tartışmalı benzetme Ahmet Şık… Aralarında ideolojik olarak hiçbir benzerlik yok, ama ikisi de belgeli gazeteci. Belgeyle vurdukları için zaten dokunduklarının canı yanıyor.

İkisinin bir başka özelliği de çok net, anlaşılır yazmaları. Asla ve asla kıvırmıyorlar. İkisi de inatçı; hiçbir şey kendi bildiklerinden döndüremiyor onları. Tek bir açıkları, veremeyecekleri en ufak bir hesapları yok.

Levent Kırca’nın yapması gereken


Gezi’yi hiç anlamamış


Levent Kırca, İstanbul’a İşçi Partisi’nden belediye başkan adayı olmasını açıklarken Gezi ruhuna vurgu yapıyor. Oysa yanılıyor. Gerçekten Gezi ruhuna katkıda bulunacaksa yapması gereken en güçlü silahını, yani mizahı kullanmak.

Tam Levent Kırca’lık bir ortam var şu anda… Kasetler, tape’ler, yolsuzluk kayıtları bol bol malzeme veriyor. Kendisine hiçbir büyük kanal kapıyı açmıyor. Ama o da yapsın bir-iki skeç, YouTube’a koysun, milyonlarca paylaşılsın ve döneme damgasını vursun.

Asıl Gezi ruhu bu işte… Orantısız zeka ve mizah. Bu dönemden ne Jet-Ski, ne İSKİ, ne darbeci generaller skeçleri çıkar. Kırca’nın en iyi bildiği iş budur; böyle kriz dönemlerinde şahlanır. Sadece ‘Alo Fatih’ tapelerini olduğu gibi okuyup YouTube’a koysa bile “Olacak O Kadar” yeniden fenomen olur.

New York’un en iyi lokantası


Kırmızı sos modası


İtalya’dan göçen aileler ve de tabii ki mafya sayesinde Amerikalılar’ın marinara ya da kırmızı sos dediği domates sosu bu ülke kültürünün vazgeçilmezi oldu. Doğu Harlem’de mafyanın gittiği ve masa bulmanın imkansız olduğu (çünkü bütün masalar yıllardır ağır abilere ayrılmış) Rao’s kırmızı sosun mabedidir herhalde.

Kızgın zeytinyağında sarmısaklar kavruluyor, tadını bırakınca çıkartılıyor, domates, tuz, biber ve fesleğen tam kıvamına gelecek şekilde kaynatılıyor… Sonra bu kırmızı sosu her şeyin üzerine döküyorsunuz. Amerikalıların çoğu için İtalyan Mutfağı bu.

Ta ki 90’larda New York restoranları mutfaklarını başka kültüre olduğu gibi İtalyan Mutfağı’nın başka lezzetlerine de açana kadar. Yeme-içme kültürü bir tür kısır döngü herhalde.

Bugünlerde kırmızı sosun itibarı adeta iade ediliyor, zira şehrin en popüler lokantası Carbone bunu misyon edinmiş durumda. Mönüdeki her şey Amerikalılar’ın uyarladığı İtalyan yemekleri. Atmosfer de tıpkı Scorsese’nin New York’taki İtalyan mafyasını anlattığı filmlerdeki gibi. Eski moda, aydınlık, iç içe, kalabalık. Kapıda patlıcan moru bir smokin giyen maitre d’ karşılıyor.

Rezervasyon yapmak çok zor… Akşam yemeğinde masa bulamayanlar öğlen servisiyle idare etmek zorunda.

Nasıl oldu bilmiyorum, ama biz bir mucize eseri gidebildik. Hem de altı kişilik en güzel masalardan birini ayırttım. Yanımızdaki masada Clive Owen oturuyordu.

Masaya önce parmasen ve prosciutto, dev bir ekmek sepetiyle geldi. Ardından vodkalı penne, domates sosu içinde yüzen köfte, restoranın spesiyalitesi Sezar Salatası, büyük bir balık… Pastalar dev. En iddialı tatlı havuçlu kek; sıradan gibi geliyor ama böyle bir havuçlu kek daha önce yememiştim.

Carbone’u aslında benim değil Serdar Turgut’un anlatması gerekiyor. Hem eski New York’u, hem kırmızı sosu biliyor hem de İtalyan mafyasını… Dahası, Rao’s’u da ilk yazan oydu Türk basınında. Beni bu tarz eski tip İtalyan lokantalarından İl Mulino’ya da ilk kez o götürmüştü.

Kefil olduğum şeyler


İnternet dergisi Slate’in pek çok podcast’i var. Ben popüler kültür konularını tartıştıkları “Slate Culture Gabfest”in bağımlısıyım. Çarşambaları yayınlanıyor, İnternet’ten ya da iOS’deki Podcast app’inden dinleyebiliyorsunuz. Her bölümün sonunda ‘kefil oldukları’ tavsiyeler var; benim bu haftaki ilk tavsiyem bu program.

Birkaç ciltlik otobiyografi yazmak sadece Ayşe Kulin’e mahsus sanıyordum, ama New York Times’ın tarihe damga vuran yemek eleştirmeni Ruth Reich’ın üç ciltlik anı kitabını görünce sustum. Ben ikinci cildi, “Garlic and Sapphires”ı okuyorum. Hem restoran eleştirmenliği, hem de 90’larda değişen New York yemek kültürü açısından bir kılavuz gibi.

Albüm geçen yaz çıktı, ama önümüzdeki hafta Brooklyn’de konseri var: Earl Sweatshirt ve “Doris.” Los Angeleslı hip-hop topluluğu Odd Future’ın üyesi Earl için rap’in geleceği yorumu yapılıyor. İnternet’te yayınladığı ilk albümü öyle beğenildi ki, annesi oğlunun şöhretten gözü dönmesin diye bir buçuk yıllığına Samoa’ya yolladı. Earl, henüz 19 yaşında! Babası Güney Afrika’nın en önemli şairlerinden biri, oğlunun dehası ve kelime cambazlığı da bir anlamda genetik. “Doris”i satın alın, ilk albümünü ise oddfuture.com’dan bedavaya yasal olarak indirin.

Geçen haftaki New York Times Magazine’de Suzy Hansen imzalı Türkiye dosyası. Bugüne kadar yabancı basında çıkmış en iyi Türkiye analizlerinden biri. Yaşadığımız otoriter rejim döneminin bir özeti gibi, ama bizim bile bilmediğimiz pek çok bilgi var. Bir kısmı haber oldu: Başbakan’ın Gezi’deki şiddetin sorumlularını ağlattığı iddiası. Ama daha önemlisi Hansen’ın Erdoğan’ın Sağlam İrade postelerine yaptığı benzetme: 1930’ların maço estetiği. Kibarca söylemiş söyleyeceğini: Anlamayan 1930’ların İtalya ve Almanya’sına bakabilir.