“Türkiye’de İslamcı okuryazarların, akaid bağlamında değil ama ‘İslam medeniyeti’nin estetik ve entelektüel muhtevasına dişe dokunur bir katkıda bulunmadıklarını, bu entelektüel ve estetik muhtevayı yeniden üretme konusunda çaba göstermediklerini tespit etmek hiç de zor değildir.
Neden bu böyledir? Şundan ötürü: İslam, bana göre elbet, Tanzimat ve II. Meşrutiyet dönemlerindeki zihnî çabayı Cumhuriyet döneminde devam ettirememiştir. Mazeret de hazırdır: Kemalist rejim! Ama, [evet, ama!] Kemalizm’in, İslam’ın entelektüel ve estetik muhtevasının yeniden üretilmesine bir itirazı olmamıştır ki! Eğer olsaydı, mesela Sabri Ülgener, Turgut Cansever ve Nureddin Topçu gibi üç büyük entelektüele, deyiş yerindeyse, hayat hakkı tanımıyor olacaktı! Nitekim Kemalizm, kendisine sadece [evet sadece!] siyasal İslamcılığı rakip görmüş, onu bastırmıştır...”
Yukarıdaki tespit, edebiyatçı-yazar Hilmi Yavuz’a ait. (Zaman/10 Şubat-2016) Bu önemli tespitin üzerinde Müslüman entelektüellerin durması gerekir. Zira Kemaliz’mi din karşıtı görerek, gerek Atatürk’e yapılan saldırıların, gerekse Atatürk’ün kurduğu modern Türkiye’nin temel felsefesine yapılan itirazların altında yatan nedenleri, hâlâ dindar kitlelerin sağlıklı bir düzlemde tartıştığı kanaatinde değilim.

İSLAMCI DÜŞÜNCE

Ülkemizde, altmışlı yıllardan bu yana; Mısır, Pakistan, Afganistan kökenli yazarların tercümeleriyle taban bulan -bu manada ithal olan!- ve yaygınlaşan İslamcı hareketin tek kaygısı olmuştur: İktidar olmak!
Milli Görüş’ten önce DP çizgisi ile başlayan, Erbakan ve Özal kardeşlerle devam eden ve AKP politikalarıyla belirginleşen bu siyasi hareket, İslamcılık üzerine araştırmalarıyla tanınan Prof. Dr. İsmail Kara’nın tespitlerinden hareketle söyleyelim; “din-devlet ilişkilerinin ana mantığı üzerinden siyasi bir söylem arayışının dışına çıkamamıştır.”
Yine Prof. Kara’nın ifadesiyle “fikir ve muhteva alanında Türkiye’ye hiçbir katkısı olmayan AKP’nin, eğitim ve kültür politikalarının iyi olduğunu kimse iddia edemez. Ders kitapları felakettir ve üniversite diye bir şeyin kaldığı da şüphelidir.”

ENTELEKTÜEL VE ESTETİK KAYGI

Bir toplum, hayal/düş kurma yeteneğini yitirmişse, o toplumdan uygarlığa katkı beklenilemez. Bilim, bilim kurgu ve mutlaka felsefe, geleceğin dünyasına ışık tutar. Buna güzel sanatları da ilave edebilirsiniz.
Bizde kurmaca geleneği, roman, resim, çok sesli müzik, tiyatro ve sinema, heykel gibi güzel sanatlar 19. yy ortalarından itibaren ortaya çıkar. Mevcut eserlerin, Avrupa’yla kıyaslanacak derinliğe sahip olup olmadığı ayrı bir tartışma...
Fakat neden bu konularda bu kadar geç kaldık sorusu önemli.
Ve neden bir ilerleme kaydedilmediği de...
Dindarlar arasında bu alanlarda çalışanlara karşı geliştirilen olumsuz bir bakış ve bunun altında yatan sebepler, İslamcılar tarafından hâlâ sorgulanmış değil. Haliyle bu noktada şu soruyu da sormamız gerekiyor: Edebiyat, müzik ve tüm güzel sanatlar alanında yeterince çalışma yapılmayan bir toplumda estetik kaygıdan bahsetmek mümkün müdür?

BİLGİ GÜÇTÜR

Estetiğin ve eleştirinin gelişmediği toplumlarda algılar anastetiktir, yani kapalıdır. Haliyle bu durum her alana yansır. Bu tip toplumlarda, demokratik tepkiler de cılızdır. Söylemek istediğim şu ki; bu tip halklar, siyasi gücü ellerinde tuttuklarını, haliyle de siyasete ve siyasetçilere bedel ödetebileceklerini bilmezler. Siyasetçilerin dayattıkları basit bir beyin yıkama retoriğine karşı dahi bir savunma/direnç gösteremezler.
Peki, bu hal kime hizmet eder? Ve bundan kimler kârlı çıkar?
Karl Jaspers bunun cevabını veriyor:
“Kent soylunun kendinden memnunluğu,
Geleneksellik içinde yaşanan hayat,
Ekonomik gidişattan tatmin oluş,
Bilimin sadece teknik kullanabilirliğine göre takdiri,
Kayıtsız şartsız kudrete yönelik irade,
Politikacıların arkadaşlığı,
İdeolojilerin bağnazlığı,
Yeteneksiz yazarların edebiyatta geçerli olma iradesi;
Bütün bunlar felsefesizliğin içinde kendilerini ayakta tutarlar.“

NAKİLCİ SÖYLEM

Yazısında Hilmi Yavuz, “akaid” konularını dışarıda bırakıyor. Ancak bu bağlamda da ana akım söylemin (irfâni geleneğimizi dışarıda tutuyorum) nakilcilikten öteye geçebildiğini söylemek mümkün değil. Bu denli mezhep ve meşrep kavgalarının temelinde yatan “akaid” anlayışı değil de nedir?
Bir diğer husus, veda hutbesinde kullanılan iki hitap şekli (hakeza Kur’an’ın hitabında da bunu görürüz) siyasal İslamcılar tarafından dikkate alınmaz:
Genel ilkelerden hareketle “ey insanlar” ifadesi ile tüm insanlığa çağrısını yapan Hz. Peygamber, en temel insan haklarına dikkat çeker. Her bireyin canı, malı, namusu, inancı, soyu, sopu güvence altına alınır ve bir formu dayatmaz.
“Ey Müminler” diye başladığı paragraflardaysa; Allah’a şirk koşmamayı, cahiliye döneminin adetlerine sırt çevirmeyi, dokunulmaz kılınan canı haksız yere öldürmemeyi, hırsızlık, tefecilik ve zina yapmamayı hatırlatır ve ashaptan söz alır.
Şimdi soralım, bu ilkelere hangi ideolojinin insanı karşı çıkar?
Demem o ki, mesele Kemalizm’de değildir...
Mesele; estetik kaygıdan ve entelektüel derinlikten uzak siyasal İslamcı zihnin, modern devletin kurucu ilkeleriyle kavga ederek kendini ayakta tutmasıdır.
Mesele; iktidar ve güçle bütünleşen ve geçmişte eleştirdikleri ne varsa hayatlarına taşıyan ve İslam’ın temel ilkelerinden de uzaklaşan İslamcıların verdikleri kavgada “boşa” nasıl çıktıklarıdır.
Keşke bu kadarla kalsa...
Bakın, içeride ve sınırlarımızda cereyan eden hadiseler ürkütücü boyutlarda. “Cerablus’a giderken, Hatay’ı kaybedebiliriz” uyarıları yapılıyor.
Çok fazla zaman kaybetmedik mi; yeter kendimize dönme zamanı...