Ama New York Post gazetesi isimsiz kaynaklara dayandırdığı haberde görüşmenin bazı detaylarını yazdı. Meğer Trump ayağına çağırdığı televizyoncuları bir güzel haşlamış, zılgıt çekmiş ve daha sonra da göndermiş. Tanıdık geldi, değil mi?
Zamanında telefonda sesini değiştirerek gazetelere kendisi hakkında basın danışmanıymış gibi haberler veren Trump’ın Post’a bu görüşmeyi bizzat sızdırdığı güçlü bir ihtimal. Zira haberin içeriği Trump’ın işine yarıyor: Seçim kampanyasında medyaya yüklenmiş bir aday olarak seçmene bu işin peşini bırakmadığı mesajını veriyor.
Tam 24 saat sonra Trump’ın bir başka medya kuruluşuyla daha randevusu vardı. Televizyonculara haddini bildiren başkan bu sefer en büyük düşman olarak gördüğü New York Times’la buluşacak, onları hizaya getirecekti. Eğer planı tutsaydı...
İstediği Times’ın patronu Arthur Sulzberger Jr’la bire bir görüşmekti, ama gazete ‘off the record’ görüşmeyi kabul etmeyeceklerini bildirdi. Haber merkezinin karşısında her şeyin kayda geçmesi halinde Trump’ı gazete binasına davet ettiler.
Bütün şartları önce kabul eden Trump sabahın köründe Twitter’ın başına geçip Times’ın başarısız bir gazete olduğunu, onlarla görüşmeyeceğini açıkladı. Güya gazete şartları sonradan değiştirmişti; halbuki bu doğru değildi. Birkaç saat sonra Trump’tan U-dönüşü geldi ve bu sefer gazeteye gideceğini beyan etti. Sulzberger’le 15 dakika baş başa konuştuktan sonra yazarlar ve yazıişleriyle toplantı masasında buluştu ve New York Times’da toplam 90 dakika kaldı.
Esprili ve ılımlı bir tonda geçti Times’la söyleşi. Daha ilk cümlede gazete her şeyin kayıt altında olduğunu hatırlattı. Yazarlar ve editörler akıllarına ne geliyorsa sordu ve Trump’ın seçimdeki şahin tavrının tam aksi yanıtlar aldı.
En ilginç sorulardan biri Amerika’da basın özgürlüğünü güvence altına alan ve başka ülkelerin bu özgürlüğün sınırlarını bir türlü anlayamadığı anayasanın bir numaralı ek maddesinin akıbetiydi. Trump seçim vaatleri arasında hakaret suçunun kapsamını genişletip, 1 numaralı ek maddeyi delmekten bahsediyordu.
“Bu soruyu sormayacağınızı umuyordum,” diye söze girdi New York Times yazıişleri toplantısında. “Bence mutlu olacaksınız. Avukat bir arkadaşım hakaret suçunu genişletmenin doğru olduğunu söyledi, ama bu durumda bana da bir dolu dava açılabileceğini hatırlattı. Doğrusu hiç böyle düşünmemiştim!”
Bu kadar ayrıntıyı nereden biliyorum? New York Times’ta okudum.
Gazetecilerin siyasetçilerle ilişkilerinin mutlak şeffaflığa dayalı olduğuna inanan NYT en ince detayına kadar Trump’la buluşmalarını haberleştirdi. Toplantı esnasında gazetenin editörleri Twitter’dan bazı notlar aktardı. Gazete görüşmenin tam metnini yayımladı, ses kaydı da podcast olarak İnternet’e yüklendi. Yazarlar Trump’la karşılaşma anlarını anlatan yazılar kaleme aldı ama hiçbiri yalakalık yapmadı, aksine epey eleştirel yazılar da çıktı bu toplantıdan sonra.
Gazetenin en ilginç iç tartışmalarından biri de editörler arasında yaşandı. Kayıt altında da olsa Trump’la toplantı masası etrafında yapılan bir söyleşinin aslında yetersiz olduğunu, ortamın karşılarındaki tartışmalı figürü derinlemesine deşmeye fırsat vermediğini belirttiler.
Bir gün önce medyayı hizaya getiren Trump aslında NYT’tan benzer bir zaferle ayrılmayı bekliyordu, ama gazetenin usta manevrası bu küçük zafere engel oldu. Hatta giderayak “Gerçek bir Amerikan mücevheri” diye gazeteyi onurlandırdı.
Aslında usta manevra demek bile abartılı, çünkü NYT sadece ve sadece gazetecilikte itiraz etti. Karşılarındaki ABD başkanı da olsa bir gazete binasının kapıdan girecekse gazetecilerle görüşeceğini, gazetecilerin de logosunda yer alan ilkesi gereğince “haber olmaya uygun her şeyi yazacağını” hatırlattı.
Kaçınılmaz bir kıyaslamaya girmek istemiyorum aslında, çünkü ne diyeceğim belli. Türkiye’nin en büyük medya patronu iktidarla ağırlıklı olarak off the record konuşmaktansa gazeteciliği tercih etseydi bugün Türkiye’de basın özgürlüğü tartışmaları da bambaşka bir eksende olurdu.
Patronların illa da kapalı kapılar ardında görüşme yapma merakının nedenini hâlâ anlamayan varsa bir gün Harbiye’deki radyoevinin önünde buluşur, küçük bir yürüyüş turunda yüz yüze konuşuruz.
Ne yazık ki Türkiye’deki gazetecilerde medyanın çürüme sürecinin ve bununla bağlantılı olarak baskıların AKP ve Erdoğan’la başladığı saplantısı var. Rakamlar (ve yaşadıklarımız) basın özgürlüğünün son 10 yılda en kötü noktasında olduğunu gösteriyor, ama bu tartışmalarda aslında hiç özgür bir basınımız olmadığı gerçeği gözardı ediliyor.
Açıkça konuşalım artık, medya hep iktidarların oyuncağıydı, gücü yeten de kendince şekillendirmeye çalıştı. AKP daha güçlü olduğu için de daha çabuk ve derinden değiştirebildi.
Temelde sorun mevcut medya düzeninin aslında özgür bir basın istememesi, önceliğin off the record ilişki kurmak olması. Halbuki basın tehdit altındaysa gazeteciler haber hürriyetini garanti altına almak için kamuoyunu harekete geçirir, muhalif partilere işbirliği yapar ve yasalarla basın özgürlüğünün teminatını sağlar. Türkiye’de herhangi bir dönemde ABD’deki 1 numaralı ek maddeye benzer bir yasa tasarısının basının gündeminde olduğunu gördünüz mü? Basın özgürlüğü, basının önceliği hiç olmadı.
Kendi iç hesaplaşmamıza dönmemiz için daha iyi bir zamanlama olamaz.
Doğrusu, bir holding medyasında çalışıyor olsaydım bu görüşlerimi ifade edebilir miydim bilmiyorum. Ama ben Sözcü’de yazıyorum.
Başyağdanlık kim olacak?
Acele lider aranıyor
Her televizyona çıktığında bizim evde Mehmet Barlas için “İşte yağdanlık yine konuşuyor” denirdi. Unutmuşum epeydir, bu vesileyle hatırlatmış olayım. Belki tekrar dolaşıma girer.
Aslında tam da zamanı. Zira Mehmet Barlas yavaş yavaş emekliye ayrılmak üzere. Bir yandan sağlık sorunları, bir yandan yılların yorgunluğu Barlas’a mesleğe veda vakti geldiğini hatırlatıyor. Lekelerle kirlettiği gazetecilik mesleğine... Şimdiden söyleyeyim, iyi hatırlanmayacak.
Ama medya düzeni Barlas’ı arayacak kuşkusuz. Her dönemin adamı Barlas’a her dönemin ihtiyacı var çünkü. Ahlaki çıtasının düşüklüğüne rağmen türlü hasletleri de yok değil. Kitap okumuş (bilgiyi analize dökemese de), yazmayı bilen biri. Kendince bir mizahı da var, o uyduruk fıkraların bir alıcısı vardır herhalde. Ama bütün bir paket olarak bugünkü yandaşlarla (hele eşi, oğluyla) kıyaslanınca kaliteli, çıta epey yukarıda. Şık, estetik bir yandaş. Her dönemin yandaşlarının doğal lideri...
Barlas çekilince yerini kim alacak?
Yandaşlık sisteminin doğası tahta Taha Akyol’un oturacağını emrediyor normalde. Akyol tüm sığlığı ve bu sığlığı kaliteliymiş gibi pazarlama yeteneğiyle yağdanlık tahtının doğal adayı. Üstelik her dönem yandaş olabilmek gibi bir yeteneğe de sahip...
Ancak zamanında Fethullah şaklabanını filozof gibi pazarlayan ve terör örgütünün büyümesine, yayılmasına, en önemlisi meşruiyet kazanmasına yazılarıyla destek çıkan Akyol kendini unutturma derdinde. (Daha o dosyaları açacağım, öyle kolay unutturmak yok.) O unutturamasa da bir süre sonra unutulup bir
köşeye atılacak. Bir punduna getirse kızlar, babayı da ikna edip Hürriyet’ten atacak onu zaten...
Dolayısıyla tahtın en kuvvetli adayı diskalifiye olmuş durumda...
Fuat Uğur, Takvim’deki fönlü Ergun (soyadını unuttum), Hilal Kaplan falan da dönemsel yandaş olduklarından daha kendilerini ispat etmeleri gerekiyor.
Şöyle yaşını başını almış, yanak okşayacak kadar olgunlaşmış bir abi aranıyor yandaş basında. Bu aralar yandaş gazeteciler birbirlerini yiyorlar, piyasayı kızıştırmak istemem aslında...
Ama basında neler olacağını öngörmek de benim işim. Bu taht kavgası er geç yaşanacak.
Açıkçası, yaşı biraz ilerledikten sonra faux-entel Yıldıray Oğur’un Mehmet Barlas’ın kavuğunu en güzel taşıyacak isim olduğunu düşünüyorum.
Ama sıra ona gelene, çocuk büyüyene kadar... Bir isim... Sadece bir isim lazım... Düşünüyorum, bulamıyorum. Kim olabilir? Lütfen, maymunu da olsun.
Saçsız da seviyoruz
Starboy çok iddialı
Etrafındaki herkes “Sakın yapma, sakın saçını kesme” diye defalarca tekrarlayınca Etiyopya’dan Kanada’ya göçen bir ailenin oğlu olan Abel Tesfaye kesin olarak karar vermiş ve berbere gitmiş. O saçlar artık yok, ama söylediğine göre hatıra olarak kasada duruyormuş.
The Weeknd adıyla ünlenen, hatta ünlenmek ne kelime, dünyanın en büyük yıldızlarından biri olan Tesfaye’nin şarkıları radyolarda ilk çalınmaya başladığında American Apparel’de t-shirt katlayan bir tezgahtarmış. Diğer çalışanlar onun şarkılarından bilmeden bahsedermiş mağazada.
Röportaj vermeyen, televizyona çıkmayan, sahneye ancak bir şişe Hennesy içtikten sonra çıkan The Weeknd hâlâ dünyanın tepesinde ama tam da oraya alışık olmayan bir havada. “Grinin 50 Tonu” filminin şarkılarını yapıp Oscar adayı olduktan sonra şöhreti tercih etmemek gibi bir şansı kalmamıştı artık.
Nükhet Duru’nun “Ben Sana Vurgunum”unu aşırı seksi bir şarkıda sample’layan, zaten ağırlıklı olarak şarkılarında seks ve uyuşturucudan bahseden Tesfaye yavaş yavaş büyüyor. Saçları kesildi, ama gücü azalmadı.
Meşhur saçları olmadan çektiği ilk video’sunda eski halini öldürüp mezara gömüyor ve kendisini yeniden yaratıyor. Artık “Starboy” ve şöhretle gelen maddi getirileri de gururla kabul ediyor: “Aşk için değil arabalar için dua ediyoruz.”
Yavaş yavaş söyleşiler vermeye başlayan, kendisinden bahsederken rahatlayan yeni Weeknd’i son iki yıldaki şöhretine rağmen yeni tanıyoruz. Ama son albümündeki müziği fazlasıyla tanıdık. Arkasına Daft Punk’ın da desteğini alarak Michael Jackson’dan boşalan yere oynuyor. Falsetto vokallerinden belli... Usher, Chris Brown, Justin Timberlake ve Bruno Mars’ın deneyip bir türlü ulaşamadığı mertebeye...
Doğrusu yeni MJ olmak gibi bir hedefi var mı, emin değilim. Ama “Starboy” albümünü gözünüz kapalı dinleseniz bazı şarkılarda öteki dünyadan MJ’in söylediğini hissedebilirsiniz.
Çok büyük bir hit olacağına her türlü bahse gireceğim “I Feel It Coming” mesela düpedüz “Thriller”dan fırlamış gibi. Ve çok güzel.
Albüm henüz cuma günü çıktığı için kapsamlı bir değerlendirme yapmak için çok yeni, ama şiddetle kulaklarınızda “Starboy”a yer açmanızı öneriyorum.
İletişim: Bana Twitter, Facebook ve Instagram’dan ulaşabilirsiniz: @orayegin.