İslam’da kilise var mıdır?


Bu köşede, önce tarikat ve cemaatler, ardından mezhepler üzerine yazdığım peş peşe yazılar, şu soruyu sormayı zorunlu kıldı: İslam’da kilise var mıdır?

Kilise derken bir binadan bahsetmiyoruz elbette... Hristiyanlıkta, “Kilise, Mesih’in bedenidir, Mesih de bu bedenin başıdır; dolayısıyla her yönden her şeyi dolduranın doluluğudur” denilir. Bu durum, kilisede görev yapan ve kiliseden çıkan her şeyi kutsal kılar ve kanonik bir yapı oluşturur.

İslam, vahdet dinidir. Peygamberler dahil hiç kimseyi kutsamadığı gibi, “Her bilenin üstünde daha iyi bir bilen vardır” (Yusuf/76) diyerek, hiyerarşiyi bilgiye dayandırır. Mutlak, tam ve sonsuz bilgi ancak Yüce Allah’ındır. Musevilikte ve Hristiyanlıkta söz konusu olan ruhban sınıfı, İslam’da yoktur. Vaftiz, günah çıkarma, insanları cennetlik ya da cehennemlik ilan etme, dualarda vasıta olma, ahirette şefaatçilik ve tekfir/kafirlikle suçlama reddedilir. Her türlü aracı ve yaklaştırıcı şirk olarak nitelendirilir.

Kur’an, dini alanda insanların istismar edildiğini söyler: “...bilin ki hahamların ve rahiplerin çoğu, insanların mallarını haksızca yiyip duruyor ve (onları) Allah’ın yolundan alıkoyuyorlar.” (Tevbe/34) Verdikleri hükümler için rüşvet alanlar, ilahi kitapta değişiklik yapanlar, ayetleri parayla satanlar, duaların kabul olması için ve günah çıkarma karşılığında gelir elde edenler, kutsalı kendi çıkarları uğruna eğip bükenler yine Kur’an’ın ifadesiyle her dönemde, insanları, Allah ile aldatanlardır.

KİLİSE VE AFOROZ

İslam dairesine girmek, Hristiyanlıktaki gibi, kilise veya ruhban elinden kanonikleştirilmiş bir yasaya ya da ritüele tabi değildir. Kelime-i şehadeti inanarak getiren herkes Müslüman olur. Ötesi Allah’ın bileceği iştir. Dolayısıyla, Hristiyanlıktaki bu kanonik anlayışa ve ruhban sınıfına İslam tarihi boyunca rastlanmaz.

İslam’da bir gelenekten söz edilebilir. Kütüb-i Sitte (Hadis kaynakları ve okumaları), Tefsir gelenekleri, fıkıh/hukuk farklılıkları vardır ama kanonik değildir ve imanın veya ritüelin şartı kabul edilmez. Demem o ki, insanlar yargılanırken, sen Hambeli’sin, sen Hanefi’sin, sen Şafi’sin, sen Maliki’sin; ya da itikatta sen Maturidi’sin, sen Eş’arisin diyerek hüküm verilmemiştir. Hiçbir İslam beldesinde buna rastlanmaz. Mısır’da, Kahire’de, İstanbul’da dört mezhepten de kadıların atandığı görülür.
Şimdi başlıktaki sorumuza gelelim; İslam’da kiliseleşme Vehhabilikle karşımıza çıkar. İdeolojisi, siyasi doktrini ve tekfirci yaklaşımıyla Vehhabilik, geçmiş mezheplerdeki siyasi karakterin somutlaşmış en katı halidir. Müslümanların tarihi kuşkusuz ak pak değildir. Hallac, İbn-i Arabi, Beyazıd-ı Bistami, Zunnun-i Mısri gibi mutasavvıflar ya da İbn-i Sina, Farabi, Kindi gibi düşünürler geçmişte tekfir edilmiştir. Fakat bu gibi tekfirler dahi Müslümanların tarihinde kısıtlıdır. Tekfircilik, Vehhabilikle üst seviyede yaygınlaşmış, El-Kaide gibi tekfirci-cihatçı terör örgütlerine esin kaynağı olmuş ve adeta Müslüman’ı Müslüman’a karşı savaştırmanın temel ideolojisi haline dönüşmüştür.

Muhammed. b. İsmail El-emir El- San’ani, Şah Veliyullah Dihlevi, Oman Dan Fodio, Muhammed. b Ali El- Şevkani gibi isimler, 18. yy’da İslami bağlamda reformu savunurken, tekfir mekanizmasını çok rahat bir şekilde kullandığı için ve tasavvuf karşıtlığı yüzünden Vehhabiliğin kurucu ismini sert bir şekilde eleştirmişlerdir.

MEZHEP SİYASET İŞBİRLİĞİ

Vehhabilerin 1971 de Büyük Alimler Komitesi, bir nevi bu kiliseleşme hareketinin 20.yy’daki en somut örneğidir. Kraliyet ailesi tarafından her ne kadar mümkün olduğunca siyasetten uzak tutulmaya çalışılsa da, Suudi Arabistan’da verdikleri fetvalar (dünyanın düz olması, kadının insan olup olmadığı veya 19. yy sonrasında sihir diyerek telgrafı yasaklamaları gibi) Ortaçağ’ın son tortularıdır. Arabistan tebaasının bu fetvaları sorgulamaları mümkün değildir. İşte tam da bu noktada, kilise benzeri dogma dayatan bir yapı ve hiyerarşik bir ruhban örgütlenmesi görürüz.

Sünnilerin ve Şiilerin kendi içlerinde tekfir mekanizmalarını çalıştırmaları nispeten kısıtlı da olsa, siyasetle kol kola girildiği anda, artık Sünniliğin ve Şiiliğin politik bir doktrine dönüştüğünü görürüz. Evet, Osmanlı ailesi ile Safevi ailesi arasındaki ideolojik karşıtlığın kökleri burada gizlidir. Şayet iman bireyin vicdanında yaşayan bir olgu ve Yaratanla-yaratılan arasındaki dikey eksen ise, yukarıda bahsettiğimiz örnekler İslam’ın kurucu ilkeleriyle çelişir. Kadim rejimlerde din, yöneticiler için bir meşruiyet zemini olmuştur; bunun vebali yönetenlerin ve ulemanın üzerinedir. Bilgiye erişebilen modern birey, Yaratıcısına siyasilerin elinden ya da ulemanın elinden ulaşmayacaktır. Sorumluluğu bilakis Allah’adır. Bu bilinçle bir Müslüman, siyaseti de, ulemayı da, cemaat veya tarikat liderini de, akli bir muhakemeye tabi tutabilmelidir.

Elbette kendini Müslüman addeden birinin, herhangi bir meşrep ya da mezhebe intisap etme özgürlüğü vardır. Fakat bu, ne onun imanının ya da takvasının başka bir Müslümandan daha üstün olduğunu gösterir; ne de ahirette bir mükafat garantisidir.

*Kanonik kavramı, bu çalışmada, metinlerin ve görüşlerin tartışılmaz kılınması ve kutsanması bağlamında kullanılmıştır. Örneğin, Kur’an kutsaldır, ancak herhangi bir yorumu asla mutlaklaştırılamaz. Peygamber sonrası İslam ile ilgili bir yasa kimseye ilham edilmemiştir.