Geçen haftaki yazıda, her alandaki sıkışmışlığımıza çözüm olarak, Türkiye’nin yeni politik çıkışlarla, T.C. Devleti’ni kendi doğal gelişme seyrine tekrar dönüştürmek zorunda olduğunu ve modern siyaset biliminin gereklerini ve Anadolu gerçekliğini dikkate alması gerektiğini söyledim. Bu noktada birkaç hususun altını çizmek durumundayım.
Anadolu kültüründe -dinlerin indiği coğrafyalarda var olan yapısal bozukluğu gözeterek söyleyelim- kabileci zihniyetle özdeşleşmiş ötekileştiren ve öldüren cihatçı bir anlayış yoktur. Ortadoğu tarihine baktığımızda, ideal ilkelerle toplumu inşa etmek isteyen dinleri, bu yapısal bozukluk, kurumsallaştırarak kendine benzetmiştir. Yahudiliğin de, Hristiyanlığın da, İslam’ın da tarihi böyledir. Etnik ve dinsel temelde ayrışmış ve çatışmaya hazır kitleler, kutsal kitaplarının “öldürmeyin”, “adaletli olun”, “merhametten ve doğruluktan ayrılmayın” ilkelerini yerle bir etmişlerdir. Bu üç büyük din, Ortadoğu topraklarının dışına çıkınca rahatlamış, nefes almış ve ancak bir medeniyet oluşturabilmiştir.

Geçtiğimiz hafta, Mısır’da, Sina Yarımadası’ndaki El-Ariş kentinde bulunan Ravda Camisi’ne yapılan bombalı saldırının ve cuma namazı esnasında yapılan insanlık dışı katliamın bir örneğini Anadolu Müslümanlığında göremezsiniz. Camide 300’den fazla kişiyi katledenler, Müslümanım diyorlar. Bunu örtmenin, görmezden gelmenin veya “Bu Müslümanlık değildir” demenin bir anlamı kalmıyor. Evet, bunlar Müslüman, “Bu mudur İslamiyet, bu mudur Müslümanlık” dediğiniz anlayış ise on dört asır boyunca var oldu, bundan sonra da var olacak. Hz. Ali’yi öldüren bu zihniyetti. Peygamber’in torunu olan Hüseyin’in başını gövdesinden ayırıp, sopanın ucunda gezdiren ve onun kundaktaki bebeklerini bir damla sudan mahrum eden de bu anlayıştı. Keza Cemel’de ve Sıffin’de yüzlerce sahabenin kanına giren benim gibi inanmayanlara hayat hakkı yok deme hakkını kendinde gören ve buna Kur’an’dan deliller getirenler de bunlardı. Irak’ta, Suriye’de, Pakistan’da, Afganistan’da vs. yüzlerce insanı öldüren, koyun gibi kesen ya da canlı canlı yakanlar da bu anlayışın savunucularıydı. Merkavi, Zerkavi gibi ulemadan isimlerin, IŞİD gibi terör örgütlerinin referansı olduğunu da unutmayalım.

ÜLKEMİZDEKİ UZANTILARI

Bu zihniyet ülkemizde de etkili olamaya başladı. İnternette biraz dolaşın, kaç ilahiyatçının dinden çıkmakla suçlandığını göreceksiniz. Kabileci, seviyesiz ve tekfirci bu anlayış, bizi, Anadolu kültüründen kopartmak için 16. yy’dan itibaren başlattığı mücadelede başarılı oldu. Mısır’dan getirilen Eş’ari ulemanın toplum üzerindeki etkileri 19. yy’a kadar sürecek ve Osmanlı’da fikri ve entelektüel atalete neden olacaktı. Cumhuriyet, bu fikri atalete bir karşı duruştu. Ancak Cumhuriyet ile toplum arasında olması gereken uyumun sağlanması bizzat siyaset tarafından engellendi.
Akıldan, bilimden, sanattan, edebiyattan kopan dinsel yaşam, cehaleti ve bağnazlığı getirir. “Tek hakikat bende, geri kalan ahmaktır” yaklaşımı, bilakis ahmaklığın ta kendisidir. Dünyanın yazılı tarihinin insanlığa sunduğu, yaklaşık altı bin yıllık bir geçmişi var. Akla uygun olan bunun tamamından yararlanmaktır. Kişilerin görüşlerine ve belirli bir coğrafyanın dönemsel çıkarlarına hapsolmak, ne Müslümanların faydasınadır, ne de insanlığın.
Ortadoğu’da yeniden sınırlar çizilirken, dikkatler bir kez daha din ve mezhep ayrılıklarına odaklanıyor. Oysa devletlerin, bünyelerindeki inançlara, inanç uygulamalarının alt dalları olan mezheplere eşit mesafede ve tarafsız kalması modern devlet anlayışının olmazsa olmazıdır.

RÖNESANSA İHTİYACIMIZ VAR

İslamcılık bir ideolojidir. Din ise bir ideolojiye dönüştürülemez. Dinin ideolojiye dönüştürülmesi, bireyin özgürlüğünü kısıtlar. Oysa insanın kendi varoluşunu hissetmesi gerekir. Kant’ın dediği gibi bu hissediş, ne düşünmeyle, ne fiziksel varlığımızın rastlantısal deneyimleriyle gerçekleşir. İnsanın kendi varoluşunu idrak edişi, sorumlulukları ve varoluş yükünü kendi omuzlarında hissetmesiyle mümkün olur. Özgürlük, bu sorumlulukları ve bu yükü almak için insanın kendini kendine teslim etmesiyle gerçekleşir. Başka bir ifadeyle, insanın özgürlüğünü gerçekleştirmesi, kendisinden kaynaklanan fiillerle mümkündür. Bu şu anlama gelir; özgürlük bize verilmiş bir şey değildir. Onu kişinin kendisinin gerçekleştirmesi gerekir. Başkası, bizim adımıza bizim özgürlüğümüzü gerçekleştiremez. Ama özgürlüğümüzü gerçekleştirmemizin önünde engel olabilir. Dini bakımdan, ahlaki ve siyasi bakımdan bizi kendisine benzetmek isteyen her teşebbüs veya her tesir bizim özgürlüğümüzü gerçekleştirmemizin önündeki engeldir. Öyleyse özgürlüğünü gerçekleştirmek isteyen bir bireye, dışarıdan, hiçbir ahlak, hiçbir inanç/din, hiçbir siyaset dayatılamaz. Devletin de kurumların da bireylerin de pozisyonları ne olursa olsun buna hakkı yoktur. Çünkü Tanrı, devlete, kurumlara ve bireylere böyle bir görev yüklememiştir. Öyleyse Allah adına hiç kimse bir başkasına bir şey yapma hakkına sahip değildir. Bu hakkı kendinde görenler inancı ideoloji haline dönüştürmek isteyenlerdir. Ve onların bu tutumu, inancı amaç olmaktan çıkarır, araç haline dönüştürür. Araç, pratik faydalar sağladığı müddetçe değerlidir. Pratik fayda ortadan kalkınca araç da değersizleşir, zamanla yok olur. İslamiyet tam da bu tehlikeyle karşı karşıyadır.

Bu tehlikeden çıkış yolu, Anadolu’nun aklı, gönlü ve inancı, yaşayıştaki samimiyeti dikkate alan özüne dönüş hareketiyle olur. Bu açıdan, bir kez daha söyleyelim, bizim bir rönesansa ihtiyacımız vardır.