2004 yılında çektiği zombi komedisi “Zombilerin Şafağı” (Shaun of the Dead) ile dikkatleri üzerine çeken İngiliz senarist/yönetmen Edgar Wright’ın dört yıldır merakla beklenen filmi “Tam Gaz” yönetmenin şimdilik kariyerinin en iyi filmi diyebileceğimiz, lezzetli bir suç filmi. Takma ismi Baby olan genç delikanlıyı bir grup banka hırsızının kaçış sürücüsü olarak tanırız daha ilk sahnede. Soyguncular arabadan çıkarlar, Baby onları beklerken ipod’unun kulaklığını kulaklarına takar ve play tuşuna basar. Artık müzik neredeyse filmin sonuna kadar hiç susmayacaktır!

Soyguncular arabadan çıkarlar, Baby onları beklerken ipod’unun kulaklığını kulaklarına takar ve play tuşuna basar. Artık müzik neredeyse filmin sonuna kadar hiç susmayacaktır!

Baby’nin kulaklarında çok küçükken geçirdiği bir araba kazası sonucunda kalıcı çınlama oluşmuştur (tinnitus hastalığı). Çınlamayı bastıran tek şey kulağında sürekli bir frekansın olmasıdır. O da bunu müzikle giderir. Onu bu işlere mecbur bırakan patronuna olan borcunu ödeyebilmek için son bir soygun işine daha şoförlük yapmak zorundadır. Ancak ekipteki belalı bir tip işlerin arapsaçına dönmesine sebep olur. Hem Baby’nin hem de onun aşık olduğu garson kız Deborah’nın hayatı pamuk ipliğine bağlıdır artık.

Tabi ki hemen akla iki film geliyor; Walter Hill’in 1978 yapımı “The Driver”ı ile Nicolas Winding Refn’in 2011 yapımı filmi “Drive”. “Tam Gaz” ikisinin de gerilimine ve karakterlerinden ödünç aldığı kimi özelliklere sahip. Ama ikisinde de olmayan bir şeye, Edgar Wright’ın filmlerinden tanıdığımız mizah duygusuna sahip. Arabalı aksiyon sahneleriyle hem Jason Statham’lı “Taşıyıcı” (Transporter) filmlerinin hem de “Taksi” serisinin enerjisini de taşıyor. Ama en çok başardığı şey pürüzsüz görüntülerine eşlik eden müthiş ses kuşağı. Filmdeki her diyalog, her ses efekti ve kullanılan her müzik parçası bir uyum içerisinde yapışmış sahnelere. Sesle kurulmuş bir ritm duygusu filmin daha ilk sahnesinden en son sahnesine kadar hiç aksamayan bir orkestrasyonla kurgulanmmış. Hem şık görüntüler çekmek hem de bu görüntülerin kugusunu filmdeki her sesle bir ritm oluşturacak şekilde bağlamak büyük maharet doğrusu. “Tam Gaz” bu anlamda izlediğiniz ender filmlerden biri. Araba takip sahneleri ise sinema tarihinde çok sevdiğimiz kimi klasik araba takip sahnelerinin yanına konulabilecek cinsten.

Baby’nin kulaklarında çok küçükken geçirdiği bir araba kazası sonucunda kalıcı çınlama oluşmuştur (tinnitus hastalığı). Çınlamayı bastıran tek şey kulağında sürekli bir frekansın olmasıdır. O da bunu müzikle giderir. Onu bu işlere mecbur bırakan patronuna olan borcunu ödeyebilmek için son bir soygun işine daha şoförlük yapmak zorundadır.

Hikaye olarak kimi küçük açıkları olsa da pek takılmıyorsunuz. Wright hem müzikle hem de kimi esprili diyaloglarla bütün bu açıkları kapatıyor. Hem iyi bir suç aksiyonu hem de müzikal romantik komedi izlemiş gibi oluyorsunuz aynı filmde. “Uyumsuz” serisinden tanıdığımız genç oyuncu Ansel Elgort, Baby karakterinde sempatimizi kazanırken, birkaç yıldır perdede izlemediğimiz Kevin Spacey’i de onun patronu Doc olarak izlemek keyif veriyor elbette.

“Tam Gaz” sezonun en eğlenceli yapımlarından biri. “Hızlı ve Öfkeli”nin libido yüklü maço dünyasını bir kenara bırakın biraz ve kendinizi şoför koltuğunda oturan Baby’nin arabasına yerleştirin, pişman olmayacaksınız...

4 yıldız
Tam Gaz
Baby Driver
Yönetmen: Edgar Wright
Oyuncular: Ansel Elgort, Kevin Spacey, Lily James
113 dakika, 15+

Bir kendimi bulma hikayesi...


“Hayalet Hikayesi” izleyicisini hipnoz eden filmlerden biri. Hani bazı filmler kendisini tümüyle açmazlar, ardında sorular bıraksalar bile izleyicisini garip bir tatmin duygusuyla uğurlarlar kendilerinden. İşte “Hayalet Hikayesi” de öyle bir film. Paris’te yaşayan Maureen adlı Amerikalı bir genç kadın, yeni kaybettiği ikiz erkek kardeşinin ölümünün ardından kafasını onunla iletişime geçmeye takmıştır bu yüzden de kendi ülkesine dönememektedir. Çünkü ona göre ölen kişilerin ruhları bir müddet daha yaşadığı mekan kalmaktadır. Bu yüzden inatla ikiz kardeşinin hayaletiyle iletişime geçmeye çabalar. Bu arada enteresan bir işi vardır Maureen’in; çok genç ve ünlü bir mankenin alışveriş asistanıdır. Onun kıyafetlerinin, ayakkabılarının peşinden koşturur bütün gün. Sonra hiç beklenmedik bir şey olur, esrarengiz bir kişiden sms mesajları almaya başlar. Bu kişi onu tanıyan ve gören bir kişidir. Belki de Maureen’in aradığı ikiz kardeşinin hayaleti ya da tümüyle bambaşka bir şeydir bu kişi!

“Hayalet Hikayesi” izleyicisini hipnoz eden filmlerden biri. Hani bazı filmler kendisini tümüyle açmazlar, ardında sorular bıraksalar bile izleyicisini garip bir tatmin duygusuyla uğurlarlar kendilerinden.

Aslında film Maureen’in kişiliğinde bir yabancılaşma hikayesi anlatıyor. Maureen zaten Paris’te bir yabancıdır ama aynı zamanda içinde bulunduğu bütün ortamın da yabancısıdır. İçe kapanıktır, kendi kimliğinden yer yer rahatsızdır. Adına çalıştığı mankenin kıyafetlerini, ayakkabılarını kendi de giyer, dairesinde kalır. Giderek kendisine de yabancılaşır. Hatta gelen sms’lerin onun hayali, kendi kendine söyledikleri olarak kabul etmemiz de mümkündür. Yönetmenin buralarda korku sinemasının da kimi numaralarına başvurduğunu, hatta bazen de Hitchcock veya David Lynch etkileri de yarattığını söyleyebiliriz.
Usta yönetmen Olivier Assayas kariyerinin en güzel filmlerinden birine imza atmış. Yine Kristen Stewart’ı oynattığı 2014 yapımı “Sils Maria ve Perde”yle birlikte anlaşılıyor ki ikisi şahane bir oyuncu-yönetmen ikilisi oluşturdular. Ama “Alacakaranlık” filmleriyle geçici bir yıldız hissi olduğunu veren Kristen Stewart, rol aldığı diğer birkaç film ve özellikle de Assayas’ın bu iki filmiyle de olağanüstü bir kariyere doğru yelken açtı kesinlikle. Birkaç yerde anlatıyı yarıda bırakan ve seyirciyi iten kararlar almış Assayas, ama yine de “Hayalet Hikayesi” sinemada farklı bir şeyler izlemek isteyenlerin daha çok keyif alacağı bir film.

4 yıldız
Hayalet Hikayesi
Personal Shopper
Yönetmen: Olivier Assayas
Oyuncular: Kristen Stewart, Lars Eidinger, Sigrid Bouaziz
105 dakika, 15+

Tutkunun peşinde...


İstanbul Film Festivali’nde daha program açıklandığı andan itibaren dikkat çeken filmlerden biriydi “Lady Macbeth”. Elbette en başta Shakespeare’in ölümsüz eserinin siyasi iktidar hırsıyla yanıp tutuşan ve kocasını bu uğurda yönlendiren aynı adlı karakterin hikayesi gibi algılansa da bu haftanın filmlerinden biri olan ve 19. yüzyılın İngiltere kırsalında geçen “Lady Macbeth”in genç Katherine’i kocasından çok kendi şehveti ve hırsının istikametinde yaşamayı tercih ediyor. Nasıl etmesin ki, sevmediği bir adamla evlendiriliyor, üstelik çiftlik sahibi bu adam onunla duygusal bir yakınlık kurmayı dahi reddediyor. Katherine kocası bir iş seyahatindeyken çiftlik çalışanlarından biri olan Sebastian ile bir aşk yaşamaya başlar. Bir süre sonra birkaç cinayetin de dahil olduğu gelişmeler yaşanacaktır. Elbette “Lady Macbeth” kötü çekilmiş bir film değil. Ancak yüzlerce, binlerce kez izlediğimiz ‘tutku suçları’ filmlerinden sadece eli yüzü düzgün çekilmişlerinden bir tanesi. Üstelik hikayede Katherine’in ‘son anda’ yaptığı bütün hamlelerin kimse tarafından bozulamaması, her şeyin yine onun istediği gibi gelişmesi bazı seyircilerin dedektörüne takılabilir. Üstelik finalde de sanki devamı gelecek bir BBC dizisinin ilk sezon finaliymiş gibi bir etki yaratıyor. Katherine’in gerçekte neyi amaçladığı ya da tutkusu yeterince belirginleşemiyor. Sanki sadece yapacak başka bir şey yok diye yapıyor bütün planladıklarını.

19. yüzyılın İngiltere kırsalında geçen “Lady Macbeth”in genç Katherine’i kocasından çok kendi şehveti ve hırsının istikametinde yaşamayı tercih ediyor. Nasıl etmesin ki, sevmediği bir adamla evlendiriliyor, üstelik çiftlik sahibi bu adam onunla duygusal bir yakınlık kurmayı dahi reddediyor.

Ama yönetmen William Oldroyd işini biliyor. Öncelikle çok doğru bir kararla Katherine karakterinde Florence Pugh adlı etkileyici bir genç kızı oynatıyor. Yönetmen pek çok festivalde tutan bir yapıda kuruyor hikayesini ve kısık ateşte pişiriyor. Elbette feminist bir bakış açısını da yerleştirmeyi ihmal etmiyor. Katherine’in motivasyonunu ataerkil yapının içinde bastırılan kadınların başkaldırısı gibi algılatmayı da amaçlıyor. Sonuç olarak, "Lady Macbeth"i başından sonuna ilgiyle izlesem de, film zihnimde en ufak bir etki bırakamadan geçip gitti gözlerimin önünden...

3 yıldız
Lady Macbeth
Yönetmen: William Oldroyd
Oyuncular: Florence Pugh, Cosmo Jarvis, Christopher Fairbank
89 dakika, 15+