YENİ ÖĞRENDİM

Ortada açık bir savaş yok ama Cumhurbaşkanı Erdoğan ile eski Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün aralarının hayli soğuk olduğu bilinmeyen bir gerçek değil.
Gül’ün Cumhurbaşkanlığı sırasında iki liderin eşlerinin geçinemediği, Emine Erdoğan’ın Çankaya’ya çıkmamak ve Hayrünisa Gül ile karşılaşmamak için bin dereden su getirdiği de çok konuşuldu.
Gül’ün 7 yıllık görev süresinin bitiminde yeni düzene göre yeniden aday olmak istemesi, buna Erdoğan’ın engel olduğu da bir gerçek.
Referandum sırasında Gül’ün hayır kampanyasına katılmamakla birlikte evet için hiç destek vermemesi de AKP çevrelerinde çok manidar karşılanmıştı.
Zaten saraya yakın kimi gazeteci ve akademisyenin Gül ve arkadaşlarına yönelik hakaret kampanyaları da iki lider arasındaki soğukluğu kanıtlıyor.
Ancak hafta sonu konuştuğum “kulağı delik” kaynaklarımdan biri “Aralarının kötü olması 17-25 Aralık’a dayanıyor” dedi.
Anlattığına göre aslında bu gerçeğin bir bölümü 17-25 Aralık tapelerinde var.
Erdoğan olay günü oğlu Bilal’ı arıyor. “Bu işin başında Zekeriya Öz var. Onu bana Hamdi Topçu (THY eski yönetim kurulu başkanı) getirmişti. Hemen ona git” diyor.
Bilal Erdoğan Hamdi Topçu’ya gidiyor. Topçu canı biraz sıkkın olsa da mecburen Bilal Erdoğan’ı alıp Zekeriya Öz’e gidiyor. Ancak Zekeriye Öz beklenen tepkiyi vermiyor ve “Artık çok geç. Ben istesem bile bir şey yapamam” karşılığını veriyor.
Bu operasyonda Bilal Erdoğan’ın da gözaltına alınması söz konusu olunca buna çok öfkelenen Tayyip Erdoğan “Abdullah Amcana (Abdullah Gül) git, hemen durumu anlat, bir şeyler yapsın” talimatı veriyor.
Bilal Erdoğan bunun üzerine Abdullah Gül’e koşuyor. Gül ise Bilal Erdoğan’a “Bu durumda bir Cumhurbaşkanı olarak müdahale edersem iş daha da büyür” dedikten sonra şu nasihati veriyor; “Evladım, herhalde bu yolsuzluk olayının içinde değilsin, olamazsın da, yani korkacak bir şeyin yok, bence hiç çekinme, git ifade ver, böylesi daha hayırlı” diyor.
“Kulağı delik” kaynağım bunları anlattıktan sonra “Bilal Erdoğan, Gül’ün sözlerini babasına aktardığında kıyamet kopuyor, işte o gün bu gün Erdoğan Gül’ü affetmiyor” dedi.
Kaynağımın daha sonra anlattığı bir şey ise gerçekten “akla ziyan” bir durum.
Çünkü iddiasına göre bir grup polis Bilal Erdoğan’ı gözaltına almak için eve geliyor. İşte o anda çok garip şeyler yaşanıyor. Tabii bunlar doğruysa gerçek bir gün mutlaka ortaya çıkacaktır.
O günlerden bu günlere elbette çok şeyler değişti. Bilal Erdoğan uzunca bir süre ortalarda görünmedi. Dışarı çıkacağı zaman da hep babasının makam aracında oturdu. Şimdilerde rahat olduğunu görüyoruz. Rahat olmasına rahat da nedense babasıyla birlikte bazı dış gezilere katılmıyor. O da ayrıca dikkat çekici bir nokta.

DEDİ KODU

Vodafone’u alması için bir işadamına baskı yapılıyormuş


Biliyorsunuz özelleştirme adı altında Türkiye’nin iletişim şirketlerinin tamamı yabancıların eline
geçti.
Türktelekom Araplara satıldı.
Türkcell’in ağırlıklı hisseleri Rusların ve İsveçlilerin elinde.
Avea Türktelekom’la birleşti.
Vodafone da İngilizlerin oldu.
Barış günlerinde “halkın kazıklanması” hariç bir sorun yaşanmayabilir ama Türkiye’nin ulusal güvenliği söz konusu olduğunda elimizde bir iletişim aracının olmadığı ortada.
Gerçi hesapta bütün bu şirketler yabancıların elinde olsa bile Vodafone hariç hepsinde iktidarın ağırlığı var.
İşte bu nedenle Vodafone’un da kontrol altına alınmasının gerektiği düşünülüyormuş.
İş çevrelerinden aldığım duyumlara göre elinde güçlü bir medya grubu bulunan patronlardan birine “Vodafone’u sen satın al” talimatı verilmiş.
Bu patronun aslında Vodafone’u almaya pek istekli olmadığı ancak “Bir kere ipin ucunu kaçırdık, direnmek çok zor, mecburiyetlerim var” dediği belirtiliyor.
Yine iş dünyasından güvendiğim bir isim “Pegasus Havayolları’nı Katar’ın aldığını yakında açıklayabilirler” dedi. Ardından da “Ama asıl bomba Doğan Grubu’nun satışı, onu da içinde Katar sermayesi olan yerli bir şirketin aldığını söyleyebilirim” diye ekledi.
“Doğan Grubu bu söylentiyi yalanlamıştı” dedim. “Vallahi ben
sana söylüyorum,
bunların olması kimseye şaşırtıcı gelmez zaten” cevabını verdi.

BUNU YAZMAK GEREK

İndirimli ama ödeme garantili kampanyalara dikkat


Son yıllarda özellikle iletişim alanında çalışan şirketler “rekabet” adı altında tüketiciye çok cazip gelecek kampanyalar düzenliyor.
Örneğin cep telefonu alacaksınız. Diyorlar ki “Paket programımızı kabul edin cep telefonunu bedavaya alın.”
Nasıl oluyor bu; Diyelim ki bir cep telefonu şirketine 24 ay boyunca ayda 200 lira ödemeli sınırsız paketini kabul ediyorsunuz 2 bin liralık cep telefonu alıyorsunuz.
Ya da internet hizmeti sağlayan bir şirket “Aylık bedel 90 lira ama size özel kampanyamıza göre 60 lira ödeyeceksiniz, yalnız bize 24 ay ödeme garantisi verin” diyor.
Bu size cazip geliyor. Aslında iki taraf da memnun.
Ancak burada tüketiciyi kandıran bir sorun var. O da şu; eğer bu sözleşmeyi imzalarsanız, ayrılmak istediğinizde önünüze kabarık bir tazminat faturası koyuyorlar.
“Haklılar tabii, siz de indirimi kabul ederek sözleşme imzalıyorsunuz” diyebilirsiniz.
Tamam da bu keyfi ayrılıklar için söz konusu olabilir. Peki, hizmetten memnun değilseniz ne olacak?
Telefonu aldınız, ama beklediğiniz gibi çıkmadı, istediğiniz gibi yararlanamıyorsunuz. Sırf güya indirim kampanyasına katıldığınız için o telefona mahkûm kalıyorsunuz.
Ya da bir internet hizmeti sağlayıcısı ile böyle bir anlaşma yapmışsınız. Ama bakıyorsunuz ki internet yavaş çalışıyor, sık sık kesiliyor, arızalandığında onarımı günler sürüyor, bunun üzerine hizmet vereni değiştirmek istiyorsunuz “olmaz” diyorlar “ya kalacaksın, ya tazminat ödeyeceksin.”
Özelleştirme ile doğacak rekabet ortamında hizmetlerin kalitesinin artacağını düşünmüştük. Oysa rekabet etmesi gereken şirketler rekabeti tüketiciye yüklüyorlar güya çok cazip fiyatlar vererek onları bir şekilde aldatarak ve mahkûm ederek yapıyor.

MERAK ETTİĞİM ŞEYLER

Halka yasaklıyorlar kendileri kullanıyorlar


İktidar sosyal medyada aleyhine bir şey gördüğünde hemen “yasaklama” yoluna sapıyor.
BTK adı verilen resmi kurum şu ana kadar binlerce internet sitesine erişimi durdurdu. Çok sayıda Twitter ve Facebook hesabı da ya kapatıldı ya da erişilemez duruma getirildi.
Tabii böyle yapınca aslında sorun istedikleri gibi çözülmüş olmuyor. Çünkü hesaplara erişim engeli ancak Türkiye sınırları içinde gerçekleşebiliyor. Yerli internet hizmeti veren şirketlerden yararlananlar erişim yasağı nedeniyle bu kaynaklara ulaşamıyor ama VPN denen sistemle sanki Türkiye’den değil de bir başka ülkeden hizmet alıyormuşsunuz gibi görünerek yasaklı her site ve hesaba ulaşılabiliyor.
Herkesin bildiği bu şeyleri neden yazdım?
Geçen hafta Adalet Bakanı’nın bir konuşmasını dinledim. Cemaatin önde gelen isimlerinden Emre Uslu’ya verip veriştiriyordu. Yazdığı tweetlerin hainlik olduğunu söylüyordu.
İyi de Emre Uslu’nun kullandığı hesap Türkiye sınırları içinde bloke edilmiş durumda. Yani Emre Uslu’nunTwitter hesabını takip ediyorsanız erişim engeline takılıyorsunuz. Ancak VPN kullanarak bu engeli aşabilirsiniz. Ben yurtiçi servis sağlayıcıdan hizmet aldığım için milyonlarca kişi gibi Emre Uslu’nun tweetlerini göremiyorum.
Oysa demek ki Adalet Bakanı VPN kullanarak yasakladıkları hesaplara girebiliyor. Tamam, konumu gereği bunlara bakacak ya da ilgililerden rapor alacaktır, buna bir sözüm yok, ama normalde kimsenin izleyemediği hesaplarda yazanları kamuoyu ile paylaşmak neyin nesi oluyor? Bir tür reklam mı yapıyorlar? Hani şu subliminal denilen cinsten?