Bu yazı bir yaşamın, yarım asırlık bir serüvenin kısa öyküsüdür...
Bu serüvenin içinde, gazeteciliğe adanmış 30 küsur yıl da yer alır... Onurlu, başı dik, kararlı ve bin türlü sınamanın, sınanmanın içinden geçilen yıllardır aynı zamanda... Tavizsiz ve kavgalarla geçen bir ömürdür... İlkeler uğruna, başı dik tutmak uğruna kovulmaları göze alan, yokluğa kapı açan istifaları hiç tereddütsüz veren, uğrunda özel yaşamları bile darmadağın eden bir yalnızlıktır üstelik...
- Üstelik pırıl pırıl yıllardır...
Gazeteci, yazılarında da, dostluklarında da hep aynı “Düz Çizgi”yi korumayı yaşamının vazgeçilmez ve taviz verilmez birincil ilkesi olarak benimsemiştir… Bu nedenledir ki; geride bıraktığı uzun yıllarda ne veremeyeceği bir tek hesabı, ne de “ahh” diyeceği bir pişmanlığı olmuştur…

Kalem asla titrememeli!..


Gazeteci, 30 yıl boyunca hep aydınlığa doğru yürümüştür...
Kalemi bir kez dahi titrememiştir. Bir kez dahi tereddüt göstermemiştir... Yazdığı binlerce haber, yüzlerce makale, verdiği konferanslar, televizyon, radyo programları ve kitaplarının altına “her ahval ve şerait altında dahi” aynı imzayı büyük bir şevk ve heyecanla yine atar...
Gazeteci, son 16 yılında “ömre bedel” diye tanımladığı “Aydınlanmanın üniversitesinde” 1000’e yakın köşe yazısı, röportaj ve izlenime imza atmıştır. Onur duyduğu, yüreği ve beyniyle karanlığa karşı mücadeleye katkı verdiği yıllardır... Okuyucu bu süreçte hesap vereceği tek merci olmuştur daima... Onları çok sevmiştir... Ve hep sevgi, hep saygı görmüştür...
Gazeteci, o “büyük kavganın” zorlu sürecinde sonsuz saatler, günler, düşünmüş ve en zor kararı vermiştir. Zaten yaşam, zor kararların yeri geldiğinde “Kan ağlayarak” verildiği bir büyük savaş serüveni değil midir?
Gazetecinin uzun yılların imbiğinden süzülerek gelen tecrübesi, “bayrağın hiçbir zaman yere düşmeyeceği” gerçeğidir... Gelenler, gidenlerin bıraktığı yerden çok daha büyük bir başarıyla sürdürür aydınlanma savaşını. Üstelik en büyük ayrılıklar bile çoğu zaman en büyük kucaklaşmaların muştulayıcısıdır...
Yollar bir gün yine kesişir. Mutlaka ama mutlaka kesişir... Aydınlanma savaşımını omuzlayanlar gerçekte hiç ayrılmaz ki...
Ve gazeteci, anasının ak sütü gibi bilmektedir ki; bu ülkenin aydınlık insanları, ne denli zor olursa olsun, ne denli olanaksız görünürse görünsün karanlığı adeta bir defter kağıdı gibi yırtacak güce de, bilince de, bilgeliğe de sahiptir... Tarih bunun tanığıdır...
- Ve gazeteci, bu devasa kitlenin bir ferdi olmaktan şeref duymaktadır...

Yiğit bir yazarın ardından


Yıllar önce, Cumhuriyet gazetesinden ayrılırken yazdığım bu yazı, dün Teşvikiye Camisi’nin avlusunda yiğit bir kalemi, Mehmet Türker’i uğurlarken aklıma geldi...
Biliyor musunuz, ben Sevgili Mehmet ağabeyi hiç görmedim, yüz yüze hiç gelmedik; ama onu çok iyi tanırdım!.. Çünkü yazılarını okur, muktedirler karşısında asla eğilip bükülmeyen, sorgulayan, yeri geldiğinde suçlayan duruşundan çok etkilenirdim...
Cumhuriyetçi, Kemalist, halkından asla kopmayan çizgisi onu gayet iyi tanımam, sevmem için yeterliydi aslında... Son bir yılımda onunla aynı grupta çalışma şansını yakalamıştım ancak maalesef o ciğerlerine musallat olan menhus hastalıkla savaşıyordu, yine yüz yüze gelme fırsatı bulamadım...
Ama bu eksiklik onu en iyi tanıyan, anlayanlardan biri olmamı engellemiyor!.. Ne yazık ki erken ayrıldı Mehmet ağabey, en çok ihtiyaç duyduğumuz sırada gitti...
Şerefli bir gazeteci, sağlam bir Atatürkçü ve akıcı bir yazı ustasını uğurlamak için en güzelinin bir “gazeteci” anlatımı olacağını düşündüm...
-Ruhu şad olsun...