Türkiye'nin yetiştirdiği en önemli cilt uzmanlarından Profesör Doktor Agop Kotoğyan bu sabah yaşamını yitirdi. Duayen yazarımız Uğur Dündar çok yakıdan tanıdığı ve büyük saygı duyduğu dünyaca ünlü hekimimiz Kotoğyan'ı yaklaşık 6 ay önce 1 Eylül 2017'de  köşesine taşıdı.  Dündar yazısında "'Ermeni olduğun için dedeni, fukara olduğun için kolunu kaybettiğin o ülkede ne işin var' diyenlere gülüp geçti ve cevabı tokat gibiydi" ifadelerini kullanmıştı.

İşte Dündar'ın efsane doktoru kaleme aldığı o yazısı:

Uzun süredir aramak istiyordum. Zira dilden dile anlatılan, kuş cıvıltılarıyla dolu muayenehanesini kısa bir süre önce, ani bir kararla kapatmıştı. Yaklaşık iki sene önce kendisini ziyarete gittiğimde, ilerleyen yaşına rağmen çok sağlıklı görünüyordu. Acaba neden hastalarına veda etme gereği duymuştu?..
Önceki gün 30 Ağustos Zaferi’ni kutlayan mesajını alınca, zihnimi kurcalayan bu soruya cevap bulabilmek amacıyla hemen aradım. Meğer karaciğerinden rahatsızmış ve dünyaya gözlerini açtığı, bilim insanı olarak da hayatının en güzel yıllarını verdiği Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Hastanesi’nde yatıyormuş.

* * *

Hastalarının “Kolsuz Agop” olarak tanıdıkları Prof. Dr. Agop Kotoğyan, 1938 yılında İstanbul’a göç ederek Samatya’ya yerleşen yoksul bir ailenin ilk çocuğuydu. Bu nedenle daha ilkokulda okurken, Samatyalı büyüklerine ait bir gümüş atölyesinde çalışmaya başlamıştı. Sıcak, çok sıcak bir yaz günü, gümüş kalıpları plaka haline getirmek için kullanılan presin silindiri önce iş önlüğünü, ardından da kolunu kapmış, el ve kolu, ta omzuna kadar presin altında ezilerek un ufak olmuştu.
Doğduğu Cerrahpaşa Hastanesi’ne vardığında doktorlar, ‘Bu çocuk yaşamaz’ demişlerdi. Ameliyat sonrası günlerce komada kalmış, tüm ümitlerin söndüğü bir gün, mucizevi biçimde gözlerini açıp, hayata yeniden tutunmuştu. Bu onun Cerrahpaşa’da dünyaya ikinci kez gelişiydi!

* * *

Kaza sonrası çevresindekilerin
acıyarak bakmasına çok üzüldüğünden kendi isteğiyle bir yıl süreyle okula gitmedi. Ama ders çalışmaya dışarıdan devam etti. Okulsuz geçen o yıl boyunca hep düşündü ve sonunda tek kollu bedeniyle bir meslek edinebilmek için tek seçeneğin okumak olduğuna karar verdi.

* * *

Okul hayatı boyunca, yazları ve hafta sonları çalışmaya devam etti. Tahtakale’de işportacılık, konfeksiyon atölyelerinde işçilik yaptı. Her yıl okul birincisi olup evine takdirlerle döndüğü gibi “bu halinle oynayamazsın” diyenlere inat futbol bile oynadı. Hatta o yılların gözde takımlarından Samatya Gençler Kulübü’nün formasını giymeyi de başardı. Ama hastalık derecesinde Fenerbahçeliydi. Bu sevgiyle kulübün kongre üyesi oldu.

* * *

1957’de İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’ni kazandığında, hayatının en büyük mutluluğunu yaşadı. Doğduğu, kaza sonrasında yeniden hayata döndüğü Cerrahpaşa Hastanesi’nin kapısından içeri girerken “Bir zamanlar bu hastane beni kurtardı. Şimdi can kurtarma nöbetini ben devralıyorum” diye düşünüyordu. Lise gibi, üniversiteden de birincilikle mezun oldu. Ama ne zorluklarla mücadele ederek...
Örneğin kolunu kaybettiği kazadan önce o da çoğumuz gibi sağ elini kullanıyordu. Sol eliyle iş görebilmek için çok uğraştı. Tek eliyle tüplerden şırıngaya ilaç çekip hastaya enjekte edebilmek için, geceler boyu hastanede gönüllü nöbetler tuttu. Evde gittiğinde de portakallara su şırınga ederek bu becerisini pekiştirmeye çalıştı. Dikiş atmayı da evde ne kadar sökük ve yırtık varsa dikerek öğrendi. Böylece iki yıl içinde tek kollu olmanın karşısına çıkardığı tüm engelleri aşmayı başarmıştı.

* * *

Profesör olduktan sonra dünyanın birçok ülkesinde dersler, konferanslar verdi, uluslararası tıp dergilerinde 300’ü aşkın makalesi yayımlandı. Ayrıca cilt hastalıkları üzerine çok önemli iki kitap yazdığı gibi, ülkemizde cinsel yollarla bulaşan cilt hastalıklarıyla ilgili kürsüyü ilk kez kuran bilim insanı olarak da tarihe geçti.
Bu arada ABD, Almanya, Fransa ve Kanada başta olmak üzere birçok ülkeden çok cazip teklifler aldı. Ama o bunların hiçbirine itibar etmedi. ‘Ermeni olduğun için dedeni, fukara olduğun için kolunu kaybettiğin o ülkede ne işin var’ diyenlere gülüp geçerken şunları düşündü:
“Evet ülkemde çok acı çektim. Sefaletin dibini gördüm. Doğrudur: Dedemi, çocukluğumu, kolumu kaybettim ama yolumu kaybetmedim! Bu ülkede yaşayan milyonlarca insandan hiçbir zaman farklı biri olmadığımı düşündüm. Bu güzel topraklardaki tüm insanları kardeşlerim olarak benimsedim. Bir ülkeyi sevmek demek, bu topraklarda geçirdiğin güzel ve iyi günleri sevmek demek değildir. İyi günde ve kötü günde burada olmak, vatanın yanında kalmak, hatta vatan uğruna ölmeyi göze almak demektir. ‘Boş başak dik, dolu başak ise eğiktir’ derler. Ben hep eğik gezdim şu dünyada. Kibirden nefret ettim. Burnumun dikine gitmedim, bilginin ve bilimin ipine sarıldım. Çok çalışarak tüm engelleri aştım ve işimi asla şansa bırakmadım...’

* * *

Üniversitedeki görevi 41 yıl üç ay sonra emekliliği nedeniyle sona erince, Osmanbey’de kuş cıvıltılarıyla ünlenen muayenehanesinde Türkiye’nin, hatta dünyanın dört bir yanından gelen hastalarına şifa kazandırmaya ve vergi rekortmeni olmaya devam etti.
Ta ki rahatsızlanıp, doğduğu, kolu koptuktan sonra dünyaya yeniden tutunduğu Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Hastanesi’ne kaldırılıncaya kadar...
İnanıyorum ki, yetiştirdiği değerli öğrencileri onu üçüncü kez sağlığına kavuşturacaklar...

* * *

Bu yazıyı niçin bayram günü kaleme aldığıma gelince;
Agop Hoca, doğduğu Samatya’dan hiç kopmadı. Bayram günleri benim de 17 yıl boyunca severek yaşadığım semte gelir, sokak aralarında çocukluk anılarını ararcasına dolaşırken elini öpen çocuklara, onları sevinçten havalara zıplatacak kadar bayram harçılığı verirdi.
Bu bayram o çocuklar için Agop amcasız geçecek.
Ama inanıyorum ki gelecek bayramda efsane yine geri dönecek.
Hepinize sağlık, huzur ve mutluluk dolu bayramlar diliyorum. Sevgiyle kalın...

(Uğur Dündar-1 Eylül 2017)