Diyanet İşleri Başkanlığı, Güncel Dini Meseleler İstişare Toplantısı’nda geçen hafta; deizm, ateizm, nihilizm ve agnostisizm kavramlarını tartıştı. Ne yazık ki basına kapalı düzenlenen toplantıdan nasıl bir sonuç çıktı, bilmiyoruz; ancak gençlerimizin her geçen gün dinden uzaklaştıkları ve dine karşı tepki oluşturdukları tespitinde katılımcılar ittifak etmiş.

Doğrudan konuya girelim. Öncelikle yanlış anlaşılmak istemem; düşünen, eleştirel düşünceye önem veren Müslüman bir kadınım. Her Müslüman gibi dinimin “en ekmel din” olduğuna inananlardanım. Lakin İslam’ın dünyaya verdi(rildi)ği fotoğraf, bu tanımla örtüşmüyor.

Din ve kiliseleşme


Öncelikle, Diyanet Başkanı’nın yaptığı açıklama gibi “Bizim milletimizin hiçbir ferdi böyle sapık, batıl bir anlayışa asla prim vermez. Milletimize, gençlerimize kimse iftira atmasın. Benim bu tanımımdan sonra hiçbir gencimizin ve insanımızın sapık ve batıl felsefi bir düşüncenin peşinden gidecek kadar buna itibar edeceğini zannetmiyorum” diyerek noktayı koymak, derde derman olmak bir yana, Müslümanların içinde bulunduğu krizi daha da derinleştirecektir. Zira genel anlamda dine ve dindarlığa yönelik tepkilerin artması sorun değil, bir sonuçtur. Sorun sonuçta değil, sorun hastalıktadır. Değerli bir profesör arkadaşım anlattı, bir arkadaşıyla inanç konusunda sohbet ederken; “Tanrı’nın karşısına çıktığımda bana niye inanmadın diye sorarsa, sana inananların halini görmediğin için inanmadım, benden hesap soramazsın diyeceğim” demiş. Her devirde dine mesafeli kişiler olmuştur;  fakat gittikçe yaygınlaşıyorsa, sorun çok daha derinlerde yatıyor demektir. Lafı dolandırmadan şu tespiti yapmak durumundayız; bugün, modern insanın krizine din dediğimiz kurum cevap vermiyor. Çünkü din mahiyetinden uzaklaştı. Eğer dine karşı tepkiler büyüyorsa, bu tepkilerin altında yatan hastalığa yoğunlaşmak gerekir.

Dinler ve yayılmacılık


İkincisi: Tüm dinlerin karakterinde yayılmacılık vardır; misyonerlik ve tebliğ kavramları bu zeminde düşünülmelidir. Dinlerin muhatapları, ötekini ya yok etme ya da kendi gibi kılma anlayışıyla hareket ederler; tarihsel süreç bunun ispatı. Meslektaşlarım bana kızmasın, sadece bir tespit yapıyorum;  Diyanet’in din karşıtı akımlarla ilgili çıkışı da bu anlayışın bir tezahürüdür. Elbette insanlar, kendilerini belirli aidiyetler üzerinden tanımlarlar. Bu aidiyetlerin en başında din ve milliyet gelir. Dolayısıyla her dinin mensubu, kendi tanımlama biçimi üzerinden evrensel insan tanımı elde ettiğini düşünür. Hâlbuki o tanım kimlik tanımıdır. Zihninde evrenselleştirdiği bu tanımı hakikat olarak görür ve “öteki” saydığına dayatmaya başlar. Meşruiyetiyle ilgili deliller öne sürer; genelde insanlar nasıl inanıyorlarsa ona uygun delilleri dikkate alırlar; ayet seçimi konusunda dahi böyledir. Oysa bu yaklaşım, hoşgörüyü ortadan kaldırır, farklı olanı anlamayı öldürür.

Düşüncenin sınırlandırılması


Bu tanımlama biçimlerinden vazgeçilmediği sürece, düşüncenin önü açılmayacaktır. Yerellik ve millilik dediğimiz şey de burada tehlike arz eder. Bunu bertaraf etmek için yapılacak şey, kendimize yönelik öncelikli sorumuz  “ben neyim” sorusu olmalıdır. “Ben kimim” sorusu; kişiyi, bir yere, bir gruba, bir mezhebe, bir ideolojiye hapseder. “Ben neyim” dediğinde ise kendini bir türün altına koyar; örneğin, “Ben insanım.” Demem o ki; konuları irdelerken, metodolojik ve mantıksal hatalar yapıyoruz. Soru sormaktan ve ezberlerimizle yüzleşmekten korkuyoruz. Çağımızın bu hastalığı; insanları, dinci, mezhepçi, ırkçı bir noktaya taşıyor. Empatiyi, başkasını tanımayı, başkasına açılmayı, hoşgörüyü “ben kimim” sorusu ortadan kaldırıyor. Elbette kimliklerimiz var ve onlara sahip çıkacağız; ancak kimlik çatışmalarının önünü alabilecek ve bizi evrensel olana taşıyacak üst kavramlarımız olmalı. Kişi, “ne’lik” içerisinde “ben kimim” dediği zaman, hiçbir kimliği ötekileştirmez. Önce “ben neyim”, “ben insanım” diyerek o şemsiyenin altına girmesi, onunla ünsiyet kurması ve başkalarını da o şemsiyenin altında görmesi lazım. Bunu yapmadan, “ben kimim” sorusuyla başlaması, başkasını “öteki” haline getirir. Alevi, Sünni, Hristiyan, Müslüman, inançlı –inançsız, deist, ateist vs. bu sürer gider. Peki, buraya kadar söylediklerimi din ile temellendirebilir miyim? İşte temel sorulardan biri budur. Kadim kültürlerin yarattığı söylemleri hâlâ din diye insanlara dayatacak mıyız, yoksa modern dünyanın özgürlükçü bireye yönelik yeni bir din söylemi oluşturabilecek miyiz?

Siyaset mi din mi?


Üçüncüsü: Diyanet’in siyasi bir kurum haline gelmiş olması. Aslında, tarih boyunca din-devlet ilişkilerine baktığımızda bu böyledir. Dinin önündeki en büyük engellerden biridir dinin kurumsallaşması. Kilise nasıl Hristiyanlığın önünde engelse bizde de otorite olarak gördüğümüz her kurum, dinin özel belirlenmiş bir mecrada akmasına yol açmıştır; bu mecra siyasettir. Bu durum bir paradokstur; din kurumsallaşmazsa yaşayamaz, kurumsallaştığı takdirde ise statükonun emrine girer ve rijitleşir.

Düşüncenin üretileceği kurumlar bellidir. Dini düşüncenin önünün açılması, Diyanet’in dışında özerk kurumlar eliyle ve üniversitelerle ancak oluşturulabilir. 3 Mart 1924 Anayasası’ndaki Diyanet’in görev sınırları da bellidir.

Son olarak, deistler, ateistler, agnostikler ne söylüyorlar, neye inanıyorlar, neyi savunuyorlar bunu çok iyi analiz etmek gerekiyor. Kazının dibinde hangi tortular var, hangi fiziksel, psikolojik ihtiyaçlar dizisi çıkacak, bunu görmeden, ezbere kurulacak her cümle din karşıtlarını sadece güldürecektir.

plusbanner2x