Sıkıntılı günlerden geçiyoruz. Ekonomideki kırılganlık; cari açığın ve doların önlenemez yükselişi, enflasyondaki artış, yoksulluğun tırmanışı toplumun tüm kesimlerini derinden etkiliyor. Yetkililerden gelen açıklamalar iş dünyasını ne kadar tatmin etti bilmiyorum. Eskilerin tabiriyle, aklımızı başımıza devşirme zamanı. Zira aklı, bilimi, tecrübeyi küçümseyen zihin, ne geçmişi doğru okuyabilir ne geleceğe sağlıklı bir projeksiyon tutabilir. Hele duygusallığın hâkim olduğu bir siyaset, içeride de dışarıda da istismara açıktır. Çağımızın yetiştirdiği müstesna isimlerden mütefekkir Dücane Cündioğlu’nun, dirayetle ortaya koyduğu ve altını ısrarla çizdiği “Bir devletin imanı arttıkça aklı azalır” tespiti, okuyabilenler için çok şey söyler. İman sadakatte işe yarar; dayanışmada, toplumun birlik beraberliğini sağlamada mayadır. Ancak yönetme aklı gerektirir, akli olmayı zorunlu kılar.

Devlet ussal bir yapıdır, insan bilincinin, insan belleğinin ürünüdür. Ortak iradenin bir arada yaşama ısrarıdır. Ortak irade de insanların keyfi iradeleri, keyfi seçimleri değildir. Onları bir arada hareket etmeye, bir arada kalmaya zorlayan ortak nedenler vardır. Bu nedenler ussaldır. Aklidir. Duygusal değildir. O yüzden dış politikada nasıl duygusallık olmazsa, esas itibarıyla devlet yönetme sanatında da duygusallık olmaz” diyen Cündioğlu, efradını cami, ağyarını mani bir şekilde meseleyi vaz eder. (Dücane Cündioğlu, Ankara Palas Buluşmaları.)

HANGİ DEMOKRASİ

Dünyanın önemli sorunlarından birisi hakikatinin parçalanmasıdır. Parçalanan ve birilerinin elinde tuttuğu dogmatik- ideolojik bir hakikat değil; tam aksi insanlığın, insan aklının bölümlere ayrılması, akıl, ruh, duygu, çıkarlar, rekabet, sahip olma güdüsü, şefkat, sadakat... İnsanlık sadece bunlardan birini seçmek zorundaymış gibi bir algı yanılgısına sürüklendi. Buna toplum bilimde ve dünya tarihinde kapitalizm- faşizm- sosyalizm yani emperyalizm yol açtı. İslam dünyası ve bu ideolojilerin karşısına İslam’ı da bir ideoloji olarak konumlandıran İslamcılar da, bugün durmaksızın eleştirdikleri Batı’nın önlerine koyduğu kapitalizmi ve onun yanında getirdiği özenti bir emperyalizmi sorgusuz sualsiz kucakladı.

Keza İsmail Hakkı Tonguç’tan mealen söyleyecek olursak, Müslüman ülkeler, basit olan demokrasiyi yani sandık demokrasisini seçtiler. Özgür bireye dayalı, hak, liyakat, adalet zemininde tüm sınıfları dikkate alan, büyük bir siyasal toplumsal örgütlenme modeli olan demokrasiyi seçmediler.

MODERN DEVLETİN İŞLEYİŞİ

Devlet rasyonel işlemesi gereken bir aygıttır. Devlet adına rasyonellik nedir; hukukun işlemesidir, güçler ayrılığıdır, denge ve denetleme mekanizmalarıdır, kolektif karar alıcıdır; devletin teknokratları, bürokrasisi vardır. Rasyonelin altında bunlar yatar. Bu saydığımız kurumlardan birinin, ikisinin, üçünün altını oyduğunuz zaman, devleti irrasyonel haline getirirsiniz. İrrasyonel devletler bırakın 20. 21. yüzyılı, 19. yüzyılda bile işlemedi.

Dünya yeniden bir denge kurmaya çalışıyor. Biz bu dengeyi neyle ve nasıl kuracağız? Gerçek veriler üzerinden mi yoksa hala geleneğin bize aktardığı inançlarla mı? Yoksa bize gelen o bilgileri rafine ederek mi? İslam dünyasının varlık ile kurduğu ilişki –büyük fotoğrafa bakarak söyleyelim- rasyonel/olgusal değil, duygusal bir ilişkidir.

HAMASET DÜŞKÜNLÜĞÜ

Hak-hakikat hakkındaki yargılarımız, söyleme hatta hamasete odaklanan bir yaklaşım üzerinden oluşur. Lidere bağlılığımız böyledir, siyasette yapılan tartışmalar retorik üzerinden yürür, keza din- diyanet anlatılarına ilgi ve alaka da böyle oluşur.

Hakikat parçalanınca, daha doğrusu akıl devreden çıkarılıp, duygu boyutu öne çıkmaya başlayınca, irrasyonalite (akıldışılık) öne çıkar ve akıl ile duygu arasındaki balans dağılır. Ön yargılar, hurafeler, tevatürler devreye girer. Öfke, içe kapanmalar, dış güçler, iç düşmanlar, ötekinin üzerinden kimlik arayışları aklın ve bilginin yerini alır. Haliyle Müslüman siyasal zihin, din ile devlet ve siyaset arasında kurulması gereken ilişkide, nasıl bir rol üstleneceğini bilemez ve sıkıştığı yerde savrulur.

İLK BÜYÜK TOPLUMSAL GÖZLEM

İbn-i Haldun’un “Coğrafya kaderindir” sözünü de dikkate alarak söyleyelim, bu konunun derin tahlillere ihtiyacı var. Zira toplum olarak öne çıkardığımız isimlere baktığımızda bile -örneğin Sait Halim Paşa pek fazla tanınmaz, ama herkes Mehmet Akif’i bilir ya da Yunus, Mevlana bir türlü zihin dünyamıza seslenirken, Maturidi, Ebu Hanife, İbn-i Sina, Farabi bilinmez- teorik ve akli düşünceyi öne çıkaran isimlere itibar edilmediğini görürüz. Yine şiir, hikâye ve tevatürlerin ön plana çıkması; edebiyatta hamaset, methiye ya da mersiye gibi duygulara hitap eden biçimlerin hâkim olması; öte yandan akla ve eleştiriye hitap eden kurgu-roman gibi nesir biçimlerinin güdük kalması aynı cümledendir.

Demem o ki sürekli olayları ve olguları duygu zemininde pompalamak, manipüle etmek, fanatize etmek, aklı başındaki sorgulamaları bertaraf ediyor. Sağlıklı bir tartışmayı belki de buradan başlatabiliriz.

plusbanner2x