Mesel bu ya: Adamın biri, günah yüklü kağnısıyla cehenneme doğru yol alırken, sırtında çuvalla yürüyen bir adamı görür; sorar: “Nereye gidiyorsun?”

Adam, “Günahlarımı ödemek için cehenneme gidiyorum” der.

Kağnıdaki, döner bir arkasındaki yüke bakar, bir de adamın çuvalına; sonra: “At çuvalını da kağnıma, sen geri dön” der.

Bunun üzerine Yüce Mevla, meleklerine talimat verir:

“İki kulumu da cennetime koyun!”

Bu kıssayı, Çanakkale Gazisi büyükbabamdan dinledim. Benzer hikâyeleri anlatırken gözleri dolar, Yüce Allah’ın affından, merhametinden büyük bir hazla bahsederdi. “Lakin bu kadar merhametli olan varlığın karşısında edep sınırları aşılmamalı” derdi. Edep, ona göre başkalarına bakıştı; kıldan ince kılıçtan keskin sırat köprüsünü geçmek, ancak kul haklarından sakınmakla mümkün olabilirdi. Döner dolaşır “aman kul hakkıyla Mevla’ya gitmeyelim, yüzümüze bakmaz” derken sesi titrerdi. Zira onun için din hakkaniyetti; yani hak, adalet, doğruluk ve dürüstlüktü. Bir mümin yalan, haram lokma ve zulüm ile asla anılamazdı. Sekiz yaşında başladığı ibadetleri için “kişiyi adam etmeli, etmiyorsa neye yarar a evlat” der, noktayı koyardı.

SAKLI HAZİNE

İnsanın, insan olma inşası olarak nitelendirebileceğimiz bu dindarlık anlayışı, Sokrates’in “bilgi erdemdir” ifadesinin vücut bulmuş halidir. O bir haldir; davranışlara yön verir. Varlığa nasıl bakılması gerektiğini fısıldar. Bu formülasyonu, Hz. İsa’nın “İnsanların size nasıl davranmasını istiyorsanız, siz de onlara öyle davranın” cümlesinde buluruz. Hz. Peygamber’in “Sana yapılmasını istemediğin bir şeyi, sen de başkasına yapma” öğüdü de budur. Keza, Kant’ın “Öyle davran ki, davranışının temelindeki ilke, tüm insanlar için geçerli olan evrensel ilke veya yasa olsun” sözü de bu arayışın kelimelere dökülüşüdür.

Bugünlerde bize nostalji gibi gelen, hani nerede bu anlayış deyip, insanların birbirlerine sordukları dinin bu damarı hep vardı. Bunu sadece Müslümanlık adına söylemiyorum, tüm dinlerde bu iman abidelerini bulmak mümkün. Belki öne çıkmadılar, belki dindarlık deyince onlar akıllara gelmedi; fakat bu anlayışın sahipleri, kâh iktidarlara ve güce başkaldıran Ebu Zer gibi isimlerle yolunu çizdi, kâh güce teslim olmanın safiyeti bozacağını hisseden ve kadılığı reddeden Ebu Hanifelerle. Bazen de sessizce çekilmeyi görev bildiler.

İDEOLOJİLER DİNİ BOZAR

İdeolojilerden ve beklentilerden uzak, o yüksüz iman, riyasız/gösterişsiz bir insan tipi yaratır. Bir düşünürümüz konuşmasında “iman ne kadar azalırsa kişi o kadar dindar gözükür, sakallar cübbeler, görün ben ne kadar inanıyorum diyerek bağırır, gerçek müminin ise mümin olduğunu bile anlayamazsınız” diyor.

İmanın temel göstergesi, elinden ve dilinden kimseye zarar gelmeyen bir ahlak yaratmasıdır. Buna Allah’ın ahlakı ile ahlaklanmak denilir. Bu iman aktif bir imandır, insanı yaratmaya götürür. Peki, insan ne yaratır? İnsan kendini yaratır; bunu eylemleriyle iyi ve güzeli oluşturarak yapar. Öte tarafa inanıyorsa insan, tam da bu iyi-kötü eylemleriyle gidecektir. Karacaoğlan’ın “Cehennem yerinde hiç ateş yoktur/ Herkes ateşini buradan götürür” dediği gibi...

İMAN ÖZGÜRLEŞTİRİR

Aydınlık bir ruhu yaratmanın ve yeryüzünü cennete çevirmenin adıdır Allah’ın ahlakı ile ahlaklanmak. Bir din ahlak kişisi yaratamıyorsa, bu, dinin hazinesinin üstünün örtülmüş olması demektir. Bugün dindarlar dahi yaşanılan dindarlıktan el-aman çekiyorlar! Burada bir dinden bahsedilebilir belki ama imandan bahsedilemez. Zira iman, zorunlu olarak ahlakı doğurur. İman kişisi ahlak kişisidir. Bu ahlak herhangi bir toplumsal ahlak ya da herhangi bir tarihsel ahlak değildir. Toplumsal ve tarihsel ahlaklar toplumun ve tarihin şartlarına tabi kılar. Kişiyi özgürleştirmez; aksine zamana ve mekâna mahkûm eder.

Oysa iman, zamanı ve mekânı aşan bir aşkınlıktır. Tam bir özgürlüktür saf iman. Ancak ona doğru yöneldiğimizde özgür oluruz. İşte tam da bu özgürlük içinde, tüm insanlar için geçerli olan ilkeleri içinde barındıran o yüksek ahlakı yakalarız.

Peki, yaşanılan dindarlığın zemininde neler yatıyor? Haftaya devam edelim...