“Müslümanlık nerde! Bizden geçmiş
insanlık bile... Âdem aldatmaksa maksat,
aldanan yok, nafile!” M. A. Ersoy


Tarih, cesaret ile korkaklığın, cehalet ile bilginin, iyi ile kötünün ve kimi zaman abartılmış sıradanların tarihidir. Kadim Mısır’dan Yunan’a, Sümer’den Asurlulara, Lidya Krallığı’ndan Pers İmparatorluğu’na, Hunlar’dan Bizans’a, Emeviler’den Osmanlı’ya; hülasa günümüze gelinceye kadar pir-u pak bir dönemden bahsetmek mümkün değildir.

Kardeş katli kutsal kitaplarda hikaye edilir. Ölen de öldüren de ilk peygamber olarak geçen Adem’in çocuklarıdır. Zihinlerdeki asr-ı saadet, aslında hiçbir dönem yaşanmamıştır; her dönem acı-tatlı hadiselerle doludur. Peygamber torunlarının katli, dört halifeden üçünün ve ashaptan pek çok kişinin öldürülmesi Peygambere en yakın zaman dilimine düşer. Ölen de öldüren de Müslümandır. Dolayısıyla inanç toplumu ahlaklı kılar iddiası ile tarih boyunca yaşananlar arasındaki gerilim yüzümüzü insana çevirmelidir.

İNANÇ İNSAN İLİŞKİSİ

İnsanlık ve dinler tarihi gösteriyor ki; inancı şekillendiren insandır. İnancın kalitesi, o inancı kabul edenin de kaliteli olacağı anlamına gelmez; fakat insanın kalitesi yaşadığı inancı güzel kılar! Hz. Peygamber’in “İki Ömer’den biriyle (Biri Ebu Cehil’dir, diğeri Hz. Ömer) bu dini kuvvetlendir” duasındaki espri bu olsa gerek; zira iki güçlü insanın değerleri uğruna vereceği mücadeleyi gözlemlemektedir. Antik Yunan’dan itibaren seslendirilmiş dört erdem; bilgelik, cesaret, itidal ve adalet bir toplumda egemen değilse ve kişi bu değerlerle yoğrulmamışsa inancın yaptırımı kısıtlı olacaktır. Sosyal medyada sözüm ona din adına önüne gelene saldıran cemaatçi gençlerin seviyesine bakın; ya da son zamanlarda bazı ilahiyatçılara karşı yürütülen linç kampanyalarındaki üsluba. Kendilerini dinin temsilcisi zanneden bu zavallıların tavır ve davranışlarının müsebbibi din olabilir mi? Kaplarında ne varsa o sızıyor! Özleri sözlerine yansıyor! Ezcümle “inançlı insan nasıl olunur” sorusuna harcanılan zaman, “insan gibi insan nasıl olunur” sorusuna harcanmış olsaydı, bugün bu bağnaz, bu kaba dindarlık algısını belki de başka bir zeminde konuşuyor olacaktık.

GÖRÜNTÜDEKİ DİNDARLIK

İslam coğrafyası eğitimden ekonomiye devasa sorunlarla boğuşuyor. Biz de bundan yeterince nasibimizi alıyoruz. Değişen teknoloji ve değişen ilişki biçimleri karşısında ne yapacağını kestiremeyen insanlar topluluğunun bir parçasıyız. Her dönemde var olan kirlilik, din temelinde iddialarıyla ortaya çıkan iktidar ve güç odaklarıyla bütünleşen dindarlık anlayışında kendini bütünüyle hissettirir oldu. Daha dün hızlı tren kazasında peş peşe yapılan açıklamalar, liyakatsizliğin, beceriksizliğin ve umursamazlığın bir örneği değil de ne? Alınması gereken tedbirlerin alınmadığı gerçeği ve 9 ölü, 86 yaralı olmasına rağmen, “şimdi birileri çıkar ve onurlu bir davranış gösterir” diyebildik mi? Akıllardan bile geçemedi! Psikolog Martin Selinman’ın, köpekler üzerinden yapılan deney sonucu ortaya attığı öğrenilmiş çaresizlik teorisi misali... Aklı kullanmayı, bilme isteğini ve duyguları yok eden öğrenilmiş çaresizliğin dindarlığı da birkaç ritüele sıkışıp kalıyor ve ölçüt onlar oluyor. Oysa İslam’ın ölçüsü belli, liyakat! “Allah, size, emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğinizde adaletle hükmetmenizi emreder.” (Nisa/58)

Adalet, liyakat ile tesis edilir. Hakkaniyet, liyakat esasıyla oluşur. Toplum, liyakat zemininde refaha kavuşur. Liyakat yoksa ülke kötülüklere açıktır. Tabiri caizse “at izi it izine karışır.” Demem o ki yönetmeyi ortak akla havale eden ve tek şart olarak liyakat ilkesini getiren din, ilk hilafet tartışmalarıyla “diniliğe ve Kureyşliliğe (kabileciğe)” teslim edilerek, kendi zemininden dışarı çıkarılmıştır.

Din, devleti terbiye etmez, din adil insanların oluşumuna katkı sunar ve insanlığın barış içinde yaşamasını ister. Din, diniliği ya da dindarlığı aramaz; din, liyakat ve adalet arar. Dolayısıyla bu topraklarda din ve siyaset/iktidar ilişkisi korkusuzca tartışılmadığı sürece, görüntüdeki dindarlığın değişeceğine inanmak hayaldir.

(Devam edecek.)