Son dönemlerde, kendi kültürümüze has (kandil, mevlit gibi ya da Anadolu tasavvufuna özgü) geleneksel uygulamaların yaşanmasına yönelik “bunlar İslam’ın özünde yoktur” benzeri eleştiriler yapılıyor. Bu yazıda amacım tarihsel olgular eşliğinde konuya ışık tutmaktır. 

Arapça  edebiyat, bir milletin değil, bir medeniyetin abidevi mirasıdır.” Tarih ve çeviri çalışmalarıyla tanıdığımız Onur Özatağ’ın son tercümesi, ünlü şarkiyatçı H.A.R Gibb’in Doğu-Batı Yayınları’ndan çıkan önemli eseri “Arap Edebiyatı” bu cümleyle başlar. Gibb’in buradaki vurgusu bizzat dilin kendisinedir. Bu dilde eser verenlerin büyük oranda, İranlılar, Türkler ve Endülüs başta olmak üzere Magripliler olduğunu söyler. Başka bir deyişle Arabistan’ın adeta kalbinde doğmuş bir dinin, dil aracılığıyla doğduğu yerden, kendisine yabancı kültürlere ait topraklara yayılışının serüvenini kendisine has bir üslupla anlatır ünlü şarkiyatçı. Mutlaka okunması gereken  “Arap Edebiyatı” kitabı, başta doğu dilleri edebiyatları olmak üzere, tüm semitik filolojisi üzerine çalışanlara, Türk Dili ve Edebiyatı ve hatta tarih, özellikle de İslam tarihi üzerine alan içi ya da alan dışı okuyuculara hitap etmektedir. Yukarıda da söylediğimiz gibi, her şeyden önce Arapların ve Arapçanın konuşulduğu bir coğrafyaya gelmiş olan İslam dini, mevzubahis coğrafyanın toplumsal yapısını ciddi derecede değişime uğratmıştır. Burada akla ilk gelen en önemli değişim ise kabile asabiyesine dayanan bir toplumun, bir ümmete evrilerek dünya tarihinde ciddi bir yer elde etmesidir. Dinler bir toplumla buluştuğunda o kültürü değiştirmez; var olan değerleri ya devam ettirir ya da dönüştürür. Cahiliye döneminde Arap kabileleri arasında süren kan davaları ve yağma savaşları, İslam’ın ortaya koyduğu ümmet anlayışıyla, cihada dönüşerek Arapların hakim olduğu coğrafyanın dışına yönlenmiştir. Böylece İslam’ın ilk fetihleri Arapların eliyle başlar. Yayılma günümüzün Suriye’si, Irak’ı, İran’ı ve Mısır’ı başta olmak üzere, bilindiği gibi Asya’nın içlerinden Atlantik kıyılarına kadar ulaşmıştır. Bu süreçte Araplar yabancı milletlerle tanışmakla kalmamış, artık onların yazılı kültür sahasına da girmişlerdir. Zaten oldukça aşina oldukları Yahudilik ve Hristiyanlığın yanı sıra kendilerinden önce İran’da ve Hindistan’da hakim olan Zerdüştlük, Hinduizm ve Budizm ile karşılaşmışlardır. İşte tarihin bize gösterdiği kültürler arası karşılıklı etkileşimin bir örneği tam da buralarda karşımıza çıkacaktır. İslam bu coğrafyaları dönüştürdüğü kadar bizzat kendisi de bu coğrafyalara dönüşmüştür.

KISACA İRAN’A BAKALIM

Fakat bu dönüşüm öyle sanıldığı kadar kolay da olmamıştır. Hemen örneklendirelim: Her ne kadar İran’da kısa zaman içinde Zerdüştlük dini merkezlerden kırsala doğru itildiyse de, bu din, temel kavramlarını İslam mitolojisi adı altında kamufle etmiştir. Yani ateş ve ahlak öğretisi merkezli ritüelleri ve kutsalları “Nur-u Muhammedi” ve “Nur-u Ali” kavramlarına dönüşerek İslam mitolojisi adıyla yaşayagelmişlerdir. Hatta tarihsel olgular bize İran’da, İranlılara özgü adeta milli bir İslam dininin, Arap İslamı’na karşı Şia adıyla yerleştiğini göstermektedir. Özellikle onuncu yüzyılda doğan bu milli denebilecek Fars kültürel direnişinin tarihsel karşılığı, İslam tarihi literatüründe Şu’ûbiyye olarak geçer. Bu hareketin temel iddiası, Fars kültürünün Arap kültürüne her daim üstünlüğüdür. Modern İran’da da bugün kiminle konuşsanız işiteceğiniz aşağı yukarı benzer iddialardır. Öyle ki günümüz İran’ı ve Suudi Arabistan’ı arasındaki sert çatışmanın nedenlerinden biri de bu tarihsel kültür rekabetidir.

ANADOLU’YA GELMEDEN ÖNCE

Burada İslam’ın Anadolu’daki serüvenini özetlemeden önce kısaca Emevi ve Abbasilere değinmek gerekir. İktidarları zulümle özdeşleştirilen Emevilerde, (II. Ömer dönemi hariç) koyu bir Arapçılık ve Arap’ı tüm milletlerden üstün tutma zihniyeti hakimdir. Keza İslam tarihi literatüründe de Emevilere eleştiriler bu yönden gelmektedir. 750’de Emevileri devirerek başa geçen Abbasiler, bu Arapçılığı nispeten geri plana itmişler ve daha evrensel bir ümmet anlayışını ortaya koymaya çalışmışlardır. Yine Gibb’den hareketle söyleyecek olursak, iktidarlarının ilk yüzyılında coşku ve enerjiyle Abbasi Ailesi, özellikle Halife Harun Reşit’den itibaren başta Yunan Felsefesi olmak üzere dönemin seküler bilimleri üzerine Yunancadan, Süryaniceden ve hatta Farsçadan pek çok çevirinin yapılmasına ön ayak olmuştur. Bu yazımızın konusunu oluşturan tartışma da bu dönemin ürünüdür.

(Haftaya devam edeceğim)