Kur’an bir “çağrı” kitabıdır. İlahi metinler, insanı kendisiyle karşılaştırmak için vardır. Her çağa ait ve fakat her çağı aşan o sesin, insanın ruhunda, zihninde ve bedeninde yankılanması gerekir. Çağrı, kendini bu şekilde açığa çıkarabilir; “Kur’an’ı sana iniyormuş gibi oku” anlayışı bu şekilde gerçekleşebilir ve ancak bu zeminde bir medeniyet tasavvuru oluşabilir.
Kur’an’ın etrafında oluşmuş her düşünce, her sistem tartışmaya açıktır; keza hiçbir düşünce ve hiçbir sistem mutlaklaştırılamaz ve dinin yerine ikame edilemez. İlahi çağrıyı çerçeveleyip mutlak doğru budur demek; çağrının, ilahi mesajın, her devrin insanıyla buluşmasını engellemek demektir. Bu meselenin bir boyutu...

NAKİLCİLİK NASIL AŞILACAK?

Din-diyanet meseleleri yıllardır karşıtlıklar ya da siyaset üzerinden tartışıldı. İslamcısı da, seküleri de gayet iyi biliyor ki Müslümanlık denilince; aydınlanma sonrası ortaya çıkan modern devlet, kapitalizm, sanayileşme, şehirleşme, serbest piyasa, demokrasi, özgürlükler, insan hakları, modern bilim, küreselleşme vb. kavramları dikkate alan alternatif bir düşünce sistematiği akıllara gelmiyor. Peki, ne geliyor; kadının dövülmesi (mizojeni; kadın nefreti), başörtüsü, çok evlilik (poligami), kadın erkek eşitsizliği ya da namaz ve oruç gibi ibadetler geliyor; kısaca ilmihal konuları. Tartışmalar ise basit muamelat konuları üzerinden dönüyor. Oysa yenilenme bir zihniyet dönüşümüyle gerçekleştirilebilir. Bu da, epistemolojik, ontolojik ve etik alanda büyük bir felsefi tartışmayı beraberinde getirir. Dolayısıyla zamanın ruhunu okumadan ve zamanın düşüncesiyle-bilimiyle donanmadan yapılan her yorum, yine “nakilcilikten” öteye geçmeyecektir.

MODERNİTE KAVGASI

Günümüz İslamcılarının modernite algısı eksik ve problemlidir. Zira modernite olarak nitelendirdiğimiz birikim, Descartes ve Locke’tan itibaren Avrupa’da ciddi mücadeleler neticesinde doğmuş ve gelişmiştir. İçinde hümanizmden materyalizme varan pek çok akımı ve hatta sezgiselin karşısına emprisizmi ve pozitivizmi koyarak yeni bir dünya kurma iddiasındaki felsefi bileşenleri barındırır. Tüm bu felsefi birikimin eleştirel okunması, Türkiye’deki İslamcılar tarafından yapılamadığı gibi; mesele oldukça yüzeysel bir şekilde algılanmıştır.
Sanıldığının aksine moderniteye eleştiri, daha 19. asırda doğduğu Avrupa’nın bizzat kendisinden, Marks, Nietzsche gibi filozoflardan gelmiştir. Kısacası Avrupa’da doğan modernite ve kapıtalizm, İslam coğrafyasından değil yine Avrupa’dan eleştiri görmüştür. Son tahlilde İslamcı düşünürlerin bugün durmaksızın eleştirdikleri kapitalizm ve modernitenin yerine ne koyacakları konusunda zihinleri muğlaktır; örneğin, serbest piyasa ekonomisinin yerine ne ikame edecekler? Narh düzeni mi, yoksa tımar sistemi mi? Demem o ki esastan bir tartışma yapılmadan ve değişim yaşanmadan yani bir paradigma değişikliği olmadan sadece boşluklar kapatılır. T. Kuhn’un “Bilimsel Devrimlerin Yapısı” kitabında ifade ettiği gibi boşluklar kapatılır. Mevcut kelam usulleri ve kelam bilgileri değişmeden, bazı fıkhi hükümlerdeki değişiklik yenilenme sayılmaz.

YENİLENMEYİ KİM YAPACAK?

Dolayısıyla burada can alıcı soru ise yenilenmeyi kimler gerçekleştirecektir? Gelenekçi (Ortodoks) akımların bu işi başaramayacakları bellidir. Bu takdirde iş, çağın ve felsefenin bilincinde olan akla düşüyor. Aydınlanmacı aklın ortaya koyduğu bakışta dinin yeri bellidir; devlet ile dinin arasındaki ilişkiyi laik bir bakışla netleştirir. Keza aydınlanmacı akıl, eleştireldir. Eleştirel akıl öncelikle İslam’ın teolojisini gözden geçirmek zorundadır. Bu da ancak analitik ve eleştirel bir yaklaşım içinde yapılabilir. Burada elbette hangi akıl sorusu da sorulacaktır. Dolayısıyla, dinin, bilimle ve felsefeyle barışmasını sağlayacak bir akla ihtiyacımız vardır. Bilim, felsefe ve din arasında uygun bir dil kurulması demek, akla ve bilime aykırı olan hususların dinden ayrıştırılması demektir. Aklın doğrularını, din kaynaklı yorumlardan daha üstün tutacak bir seviyeye gelinmediği sürece bu işin içinden çıkılamayacağı tarihi bir hakikattir.