Disiplinler arası bölünmeler, uzmanlaşma açısından bir zorunluluk gibi dursa da genel bilgiye hakim olma yetisinden yoksun bırakmaktadır. Bu da bir konuya bütüncül bakmayı zorlaştırıyor. Bütüncül bakmak ise birkaç alanın literatürünü, tarihsel gelişimini ve kavramsal çerçevesini tüm tartışmalarıyla bilmekten geçer. Bu iş her babayiğidin harcı değildir tabii; hele hele felsefenin artık bilimle (laboratuvarda ya da teorik) yapıldığı bir yüzyılda söz söylemek oldukça zor. Bertrant Russell’ın öğrencisi Wittgenstein’ın “felsefe öldü” söylemi bu tespitin başka bir ifade şekli.

RASYONEL DÜŞÜNCE

İnsanlık düşünce tarihini bin dört yüz yıldan ibaret zannetmek, son üç yüz yılın ortaya koyduğu kavramsal çerçevenin ortaya çıkışında Müslümanlar yok, bunlar Batı’nın kavramlarıdır deyip düşüncedeki yenilikleri yadsımak, akla da (zira akıl da bir vahiydir) vahye de (vahiy de aklı emreder)  aykırıdır, cehaletin farklı bir tezahürüdür ve özgüven eksikliğidir.

İnsanlığın düşünsel gelişimi, dinlerin içine doğdukları çağların düşünsel ve kültürel kalıplarını aşmış ise yani değişip ilerlemiş ise bu değişime direnç göstermek bizatihi akla aykırı değil de nedir? Başta kadın konusu olmak üzere, yönetim, özgürlükler ve insan hakları bağlamında yapılan tartışmalarda bu direnci anlamak mümkün değil. İnsanlar, din adına temcit pilavı gibi önüne sürülen ve fakat bugün için hiçbir karşılığı olmayan ezberleri ve kalıpları duymaktan bıktı. Dokuz yaşında kız çocukları evlenebilir; kadın tek başına şahitlik yapamaz; kadının boşanma hakkı yoktur; Kur’an kadını dövün der, gibi benzer hükümlerin toplumda karşılığı yok. İlahiyatçılarımızın anlamadıkları şey modernitenin bireyi çoktan inşa etmiş olduğudur. Hiçbir çocuk kendini dokuz yaşında gelin görmek istemez. Şiddet gören kadın mahkemeye koşuyor artık. Kazanmış olduğu haklardan, başörtülü-başörtüsüz hiçbir kadın feragat etmez, etmeyecektir.

BİREY İNŞASI

Düşünsel yolculukta yıkılan şeyin yerine yenisi konulmalıdır. Hele o eskinin içinde belirli bir toplumun belirli bir çağdaki kültürel öğeleri hâlâ hâkim ise.

Yeni, sürekli bir oluşun, sürekli bir yükselmenin, sürekli bir akışın adıdır. Kendi dönemlerinin ruhunu yansıtan hüküm ve yorumları dokunulmaz kılmak, düşünceyi ve dini oraya hapsetmek, o fikirlerin sahiplerine de dine de haksızlıktır. Burada tarihselci paradigmaya kaymadan söylemek istediğim, inancı bireyle baş başa bırakmaktır. Kişi, kendini ne olarak tanımlıyorsa odur. Başkasının tasarruf hakkı yoktur.

Düşünceyi üreten insandır, onu bulandırıp donduran da. Tükenmişliği ve beceriksizliği başkalarının gücü gölgesinde örtmeye çalışmak, yetersiz kişinin işidir. Nietzsche böyle insanları “epigon” olarak niteler; bu kimseler ancak başkalarının ürettikleriyle kendilerini başarılı görürler. Düşünceleri aktarmak (nakilcilik) bugüne ait bir şey söylemiyorsa hamallıktan öteye geçmez.

MANANIN MANASI

Felsefe mantıksal cevaplar verir. Kutsal metinler ise alegoriler kullanır. Ayet, delalet edilen ya da gösterilen anlamında bir gösterge ise göstergeler arasındaki ilişkileri anlamlı bir şekilde kurabilmek gerekir; bunun için de mantıksal bağlara ihtiyacımız var. Evren de bir kitaptır ve onu da kitap gibi okumak gerekir. Mushaf evreni temsil eden, evreni gösteren işaretler dizgesini ancak metaforlar zemininde açıklayabilirdi. Dolayısıyla göklerin ve yeryüzünün sırlarına erişmek için ilim ve felsefeye ihtiyaç var.

Hz. İsa’ya “Neden mecazi konuşuyorsun” denildiğinde; “Gökteki sırlar insanlara verilmemiştir” der. Eğer göklerin sırlarının egemenliğine inanıyorsanız, cevabın da bu sırlar içinde bulunduğuna inanmak zorundasınız. Hakikat elbette açık-seçiktir ama bazen görülemeyebilir. Bu gözümüzün önünde duran anahtarı aramaya benzer. Aramak bulmaktır.

Kişinin arama ihtiyacı yok ise sadece mecaz ve metaforlarla karşı karşıya kalır ve o meşhur söz tecelli eder: Cahilin elinde mecaz hakikat olur! Bu Platon’un mağara metaforunda kast edilen hakikat yolunu göremeyip, Platon’un mağarası var demeye benzer.

MAĞARADAN ÇIKMAK

Felsefe ezber yerine sorgulamadır; sorgulamayla damıtılmış bilgidir. Bireyi inşa eden bilgi de budur. Felsefe ölmüş olabilir, hakikat sadece matematiksel olabilir, mana ortadan kaybolmuş olabilir; ancak bu durum bize ne felsefeden ne de felsefe tarihini öğrenmekten alıkoyacak bir durumdur. Bu vaziyette yapacağımız şey daha çok öğrenmek daha çok sorgulamaktır. Ancak böyle bir toplumda yaratanla kul arasına aracılar giremez ve ancak bu anlayış içinde kişilerin imanı işlevsel hale gelir. Bu da aydınlanma demektir.