İnsanlık olarak var oluşumuzun bizleri taşıdığı modern dünyada artık bazı kavramların zihin dünyamızda tartışmasız olduğunu bilmek umut verici: Cumhuriyetler demokrasisiz olmaz; demokrasiler ise güçler ayrılığı, denge ve denetleme mekanizmaları, şeffaflık, laiklik, çağdaş hukuk, çağdaş eğitim-öğretim, ifade ve düşünce özgürlüğü, inanç özgürlüğü, özgür üniversiteler, özgür ve bağımsız medya, toplumun tüm sınıflarını temsil etme kabiliyeti ve iddiası olan ve aynı zamanda halka hesap verme sorumluluğunu da taşıyan siyasi partiler olmadan olmaz. Liste pek tabii ki uzatılabilir, ancak bunlar, en azından çağdaş demokrasiler çerçevesi içinde tartışmasız kavramlardır. Adalet ise insan ilişkilerini medeniyet sınırları içinde korumanın ve toplumun topluma olan inancını sağlıklı sürdürebilmenin olmazsa olmazıdır.

MODERN ÖNCESİ ADALET

Eski dünyada soylu sınıfların elinde olan adalet, iktidarın tasarrufunda topluma dağıtılan adeta bir meta idi. Soylular, hâkim oldukları toprakların aynı zamanda yargıcı idiler. Bu özellikle bugün Batı dediğimiz ortaçağ Avrupa’sında böyleydi. Yani eşitlik ancak bir derebeyinin ya da yerel kilisenin başrahibinin arzu ettiği ve izin verdiği ölçüde mümkündü. Doğu olarak nitelediğimiz topraklarda da durum benzerlik gösterir; adalet yerel inançlara ve onun yorumuna hükmeden din adamlarının elindeydi.

Burada dikkat çekilmek istenen nokta şu ki; adalet, tüm külliyatı ve kurumlarıyla ve ideolojisi ile erkek egemen bir hâkimiyet alanıydı; Roma hukuku da dâhil olmak üzere Hint Avrupa coğrafyasının kadim hukuku böyleydi. Kadının adı, erkekle eşitlik manasında, ancak on dokuzuncu yüzyılda işitilecektir. Özgürleşmesi ise sadece belirli coğrafyalarda bir asır daha alacaktır, diğer yerlerde ise kadın hâlâ tutsaktır; aklıyla tutsaktır, bedeniyle tutsaktır; sistemin tutsağıdır, erkek egemen kültürün tutsağıdır, kendi zihninin ve zihniyetinin tutsağıdır.

ESKİ DÜNYADA BİLGİ TEKELİ

Ancak şunun da altını çizmekte büyük fayda görüyorum; modern zamanlara kadar bilgi ve bilgi birikimi de - başta hukuk olmak üzere- yine belirli zümrelerin tekelindeydi; bu başta dini ilimler ve kutsal kitaplar için söylenebilir. Kitab-ı Mukaddes’in ya da İncillerin Latince dışında, başka bir dilde okunması, Alman, Fransız ya da İngiliz ahalisince kendi dillerinde anlaşılması, ruhban tarafından hoş karşılanmazdı.  Kur’an-ı Kerim’in de Arapçadan dilimize ancak 20. yüzyılın başında çevrildiği görülmektedir... Arapça bilmeyen bir ahalinin, Kur’an’ı anlaması, O’nu, din adamları sınıfını aradan çıkartarak doğrudan kendisinin okuyabilmesi coğrafyamızda henüz yüzyılını doldurmamıştır. Belirttiğimiz gibi bilgi, 20. asrın başlarına dek belirli sınıfların tekelindeydi ve bu tekel sahiplerinin sözü dışına çıkmak, aynı zamanda din ve inanç sahasının da dışına çıkmaktı; böylece sorgulama ya da kendi dilinde anlama faaliyetleri asırlarca ötekileştirilmiş ve ötelenmiştir.

VE MATBAANIN HİZMETİ

Bu alandaki eşitliğin ve dönüşümün sağlayıcısı ise modern dünyanın belki de en önemli buluşu olan matbaadır. Matbaa ile 15. yüzyılda bilginin standardizasyonu sağlanmış, başka bir deyişle; keyfi ve öznel bilgi yerine, sınamaya ve sorgulamaya tabi, tarafsız bir bilgi birikimi, değişikliğe, tahrife açık ve uzun zahmetler sonucunda kısıtlı sayılarda hazırlanabilen elyazmaları yerine standart kitaplar halinde insanlığın hizmetine sunulabilmiştir. İngilizce, Fransızca, Almanca, İtalyanca gibi pek çok yerel dilin Latince karşısında sergilediği gelişim ise matbaanın ortaya koyduğu tartışmasız bir diğer büyük devrimdir. Bilgi, yerellikten kurtularak evrenselliğe ilk adımını ne yazık ki bizim topraklarımızda değil, Avrupa’da atmıştır. İnsanlık; adaleti, dolayısıyla eşitlik idealini bir üst basamağa ancak iki buçuk asır önce, aydınlanmanın hukuki ayağı olan Fransız Devrimi ile taşıyabildi. Adalet ve onun dağıtımı üzerindeki tekel, soyluların ve din adamlarının elinden alındı ve ondokuzuncu asır boyunca adım adım Avrupa’da halk hareketleri olarak, düşe kalka da olsa yayıldı. Bu zamana kadar bir kralın ya da bir imparatorun ya da bir toprak ağasının, yani derebeyin reayası, sürüsü olan insanlar, cumhuriyet idaresi ile devletin esas ögesi olan vatandaş haline dönüştüler. Devlet artık tebaasına lütuf bahşeden bir sınıfın malı olmaktan çıktı ve asli sahibine geri dönerek halka halk için hizmet edecek bir örgütlü-rasyonel yapıya dönüştü.

(Haftaya bizdeki yansımalarına değineceğim.)

sozcu-banner-1