Onu avucumda eve getirdiğim gece camlara gidip annesini aradı, annesi sabaha kadar evin etrafında dönüp durdu...
Ertesi gün Cunda’dan ayrılacaktık, o sabah annesi ile son kez oynadı... Postalı alıp yola çıktığımızda annesi uzun süre arabanın arkasından koştu... Bizim Hayrettin telefonda “Sizin peşinizden arkadaki tepeye çıktı, arkanızdan baktı durdu” demişti...

*

Ayakları büyük olduğu için adını “Postal” koyduk...
Ankara’ya geldiğimizde, Andree’nin çöplükte bulup eve getirdiği koca Suşi’yi görünce çok korkmuştu... Ama  Suşi onun bebek olduğunu anladı, önüne katıp bahçenin dört bir yanını gezdirdi, sonraki günlerde ona “savaş oyunları” öğretmeye başlamıştı...
“Savaş oyunu” dediğimiz, evden kaçırılan minderler nasıl parçalanır, yepyeni ayakkabılar toprağa nasıl gömülür, masanın ayağı nasıl yenir... Ki misafirlerimiz genelde bir buçuk ayakkabı ile dönüyorlardı evlerine...
Andree gelen akrabalara onun çok zeki bir köpek olduğunu uzun uzun anlattı, mecburen gülümseyerek dinlediler, bir gözleri Postal’da..
“Yenge bizi sanki tanıdı...”
“Tanımaz mı, nasıl da sevindi geldiğinize...”
Sevinmiştir, misafir demek ayakkabı demek... Gidecekleri zaman misafirler ellerinde tek ayakkabı ile dolanmaya başladıklarında, bunun “savaş oyunu” olduğunu biliyorduk...

*

9 sene hiç ayrılmadık... Zamanla birbirimize benzemeye başlamıştık... Yaz geldi mi gözlerimiz aynı zamanda kızardı, mide ilaçlarını ikiye böldüm, yarısı ona, yarısı bana, ben hastalandığımda o da hastalandı... Andree “Bu seni taklit ediyor” diyordu...
Son zamanlarda onu evde bırakıp hastanelere gittiğimizde, günlerce camda bekledi... Döndüğümüzde geceleri başını dizime koyuyordu, bütün acılarımı hissettiğini anlıyordum...
Sonunda o da kanser oldu...
Ön bacağını aldılar...

*

Şimdi ikimiz de iyiyiz...
Onun üç ayağı var, birlikte geziyoruz...
Sözleştik:
“Sen benim nefesim ol, ben de senin ayağın...”