ANALİZ

Sanki 1950’lere dönmek üzereyiz


Kamuoyu ne kadar farkında bilemiyorum ama dünya kaynıyor.
Rusya neredeyse tüm Batı ülkeleri ile karşı karşıya geldi.
Gerçi diyeceksiniz ki “bugüne kadar araları çok mu iyiydi?”
Ama şimdi farklı. Çok uzun bir aradan sonra ilk kez Batı ülkeleri Rusya’ya karşı ciddi bir yaptırımda bulunuyor. 21 ülke Rus diplomatları sınır dışı ediyor. Başı İngiltere ve Amerika çekiyor. Şu ana kadar 21 ülkeden 141 Rus diplomat sınır dışı edildi.
Nedeni şu; Bir Rus ajan Rusya tarafından İngiltere’de öldürüldü. Bu tür bir cinayet ilk kez işlenmiyor elbette bunun farkı, bu kez cinayette kimyasal silah kullanılması.
Bu tür bir saldırı İngiltere’yi çok öfkelendirdi. Rus diplomatları sınır dışı etme kararı aldı, bunu başta Amerika olmak üzere 20 ülke daha izledi.
Gelelim konunun Türkiye’yi ilgilendiren bölümüne.
Hükümet Sözcüsü Bekir Bozdağ Bakanlar Kurulu toplantısından sora Rusya’nın yaptığını kınadıklarını ama bir yaptırım uygulamayı düşünmediklerini açıkladı.
Oysa durum o kadar basit değil.
Rusya ile Batı Bloku arasında 1950’lerden 1991 yılına kadar süren “soğuk savaş” başlıyor aslında.
Elbette sorunun temeli ekonomik. Ajan savaşı, cinayet buna karşı tepki olarak sınır dışı hamleleri işin “halka mal edilmesi” için gerekli araçlar.
1950’lerde NATO ve karşılığında Varşova Paktı kurulurken de sorun elbette ekonomikti.
Dünyaya hakim olmaya çabalayan güçler “ideolojik ayrılıklarını” öne sürerek bir araya gelmişlerdi.
Komünist Rusya 2. Dünya Savaşı’nda sonra elde ettiği ülkeleri bir araya getirerek bir güç oluştururken Amerika da savaşta yakılıp yıkılan Avrupa ülkeleriyle birlikte “özgür dünya” sloganıyla Sovyet rejimine karşı dikilmişti.
O yıllarda Türkiye savaşa girmemiş henüz demokrasi yolunda emekleyen ve aydınlanmasını tamamlamaya çalışan bir ülke olarak çetin bir açmazın içine itilmişti.
NATO ve Varşova Paktları’nın kesişme noktasındaki Türkiye “bir tarafı seçme” durumundaydı.
Batı güçleri daha baskın çıktı, Sovyetler’den önce ve daha iyi avantajlarla Türkiye’yi dört koldan sardı ve Türkiye kararını Batı Bloku içinde olmakta verdi.
Bu tür paktlara girmek belki kolaydır ama çıkmak öyle değildir.
Nitekim Türkiye 1952’den beri ne NATO’dan ne de Batı Bloku’ndan kopmuyor, kopamıyor.
Dün sabah CRİTürk Radyo’daki programında Kamil Erdoğdu “Rusya- Batı çekişmesi Türkiye’yi nasıl etkiler?” diye sorduğunda “Türkiye çok zorda kalacaktır” diye cevap verdim.
Sonra da devam ettim; “Türkiye şu anda Batı Bloku içinde. Ancak komşusu Rusya ile de çok çaplı ilişkiler kurdu. Rusya Batı savaşında Türkiye konumu gereği mutlaka bir tercih yapmaya itilecektir. Tıpkı 1950’lerdeki gibi Türkiye yerini ilan etmek ve ona göre davranmak durumunda kalabilir.”
İşin kötüsü Erdoğan yönetimi iç politikayı etkilemek için sürdürdüğü dış politikada ilk kez gerçekçi olmak durumunda kalabilir. Böylelikle “İçe başka dışa başka politika” iflas edebilir.
İşler bu kadar tehlikeli boyuta gelince kimse Erdoğan’a “içeride halkını inandırmak için ne söylersen söyle biz aldırmayız” tavrını sürdürmez. Erdoğan belki de ilk kez “net bir tavır” ilan etmek durumunda kalacaktır.

KAFAMI BOZAN ŞEYLER

Bu kadar da utanmazca itiraf olmaz ki


Hüseyin Gülerce iki yıl öncesine kadar neredeyse ömrünün tamamını Fetullah Gülen’in dizi dibinde geçirmiş bir Zaman yazarı.
Erdoğan’ı çileden çıkaran 17-25 Aralık operasyonu sırasında hükümete ağır eleştiriler yönelten Gülerce bir süre sonra “cemaatten yana olmanın artık pek kârlı olmadığını hissederek” bir anda gömlek değiştirir gibi Erdoğan takımına atlamıştı.
15 Temmuz’dan sonra da kamuoyu Gülerce’yi “bir itirafçı” olarak izlemeye başladı.
Ama ne itirafçılık.
Türkiye Gülerce sayesinde kimin ne kadar cemaatçi olduğunu, Fetullah Gülen’in nasıl bir şeytan gibi davrandığını, müritlerinin maddi çıkar için yapmayacakları hiçbir şey olmadığını öğrendi.
İtirafçılığının iktidar kanadında büyük beğeni kazanması Gülerce’ye sanıyorum çok büyük bir özgüven kazandırdı.
Gülerce şimdi bu özgüvenin de etkisiyle olsa gerek “patronunu ifşa eden” itiraflarda bulunmasına yol açıyor.
Bunun son örneğini Hürriyet grubunun satılmasından sonra yazdığı yazıda gösterdi Hüseyin Gülerce.
Aydın Doğan’ın bir anda “işsiz kalan” kızları bile “babamız ticari bir iş yaptı, arkasında bir şey arayan kötü niyetlidir” derken Hüseyin Gülerce “satışın arkasındaki şeyi” açıkladı.
Bunlar her şeyi bilen adamlar ya, patronlarına zarar verdiklerini bile görmüyorlar şişkin egolarına yenilerek.
Gülerce Star Gazetesi’ndeki yazısında diyor ki ; “Aydın Doğan, 15 Temmuz akşamı bir temsilcisinin jesti ile karar anını yakalamışken yine aklını çeldiler, gönlünü yeni Türkiye’ye açamadı. Yine tereddüt etti, vesayetten Yeni Türkiye’ye geçişi bir defa daha okuyamadı.”
Demek ki neymiş Aydın Doğan AKP Genel Başkanı Erdoğan’a tam biat etmemiş. Eder gibi yapmış ama sonunu getirememiş. Bundan büyük suç mu var?
Gülerce devam ediyor; “Eğer okuyabilseydi Aydın Doğan, medyasını satmak zorunda kalmayacaktı. En fazla 5 yazarı gönderseydi, Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı olarak devleti temsil ettiği gerçeğini iliklerine kadar kabul etseydi, yayın çizgisine sivil iradenin gösterdiği istikamet yön verseydi, Aydın Doğan hâlâ medya patronuydu.”
Eski cemaatçi yeni Erdoğan’cı Gülerce, Aydın Doğan’ı millet düşmanı olarak tanımlayarak yazısını noktalıyor; “Aydın Doğan, medyasını satmayabilirdi. Eğer milletin karşısında değil de milletin safında olsaydı, eğer medyasını Cumhurbaşkanımız Erdoğan’a düşmanlık yapan adamlara teslim etmeseydi bunların hiçbiri başına gelmezdi.”
Türkiye ne yazık ki bu tür utanmazlıklara prim verile verile bugünlere getirildi.

FIKRA GİBİ

Yakıtı bitmeyen uçak yapan ilk ülkesiyiz


Adnan Menderes’in “Hafızayı beşer nisyan ile malüldür” sözü siyasi tarihimize geçmiştir.
Bugünkü Türkçesiyle şu anlama geliyor; “İnsanlar unutur.”
İyiliği de unutur, kötülüğü de, saçmalığı da hatta yalanı da.
Bundan 4 yıl önce, 2014 genel seçimlerinde AKP iktidarı tüm Türkiye’nin duvarlarını “muazzam hizmetleri” anlatan afişlerle donatmıştı.
Bunlardan birinde “İlk yerli uçağımız göklerde” yazıyordu.
Milletimizin yarıya yakını göklerdeki uçağımızın yere konmasını büyük bir heyecanla beklerken oylarını gidip AKP’ye verdiler.
AKP tekrar tek başına iktidar oldu.

basliksiz-1

Ne tuhaftır seçimlerden sonra AKP’ye oy verenlerin hiç biri “göklerdeki ilk uçağımızın yere ne zaman ineceğini” hiç merak bile etmedi hâla da etmiyor.
Geçenlerde bunu esprili bir AKP’li tanıdığıma söyledim. Ne desin, işi şakaya vurdu tabii ve “sen de çok fesatsın, dünyanın yakıtsız uçan ilk uçağını yaptık işte, yere inmesine gerek yok ki” dedi.
Güldük gülmesine ama aslında ağlanacak halimiz olduğu da kesin.

BUNU YAZMAK GEREK

Bu adamları rektör yapıyorlar


Üniversiteler bitirildi.
Güya hizmet adı altında kasabalara kadar her yerde üniversite açarak halkın gözü boyanıyor. Kasabasına üniversite geldiği için sevinen ahalimizin aklına “bu üniversiteler nasıl yönetiliyor, burada okuyanlar ne derece başarılı olacaklar” diye hiç düşünmüyorlar bile.
Zaten amaç da bu; kimse düşünmesin, sorgulamasın, reis ne diyorsa ona uysun.
Bu nedenle bu üniversitelerin başlarına rektör olarak çoğu bilimsel niteliği hiç belli olmayan, adının önünde Prof. yazmasına rağmen bunu hak edip etmediği bilinmeyen kişiler getiriliyor.
Örneğin Boğaziçi Üniversitesi’nin başında da bir AKP milletvekilinin çok yakını oturuyor rektör olarak ama 18-20 yaşındaki öğrencilerinin polis tarafından sopa zoruyla gözaltına alınmasını gıkını bile çıkarmıyor, tam tersine alkışlıyor ki bu sayede patronun gözüne biraz daha girmiş oluyor galiba.
Nasıl bir akademik kariyer yaptığını anlayamadığım bir sürü rektörden önceki gün haberim olan biri de Mardin Artuklu Üniversitesi Rektörü Prof.Dr. Ahmet Ağırakça.
Bu kişiden CHP Milletvekili Dr. Ali Şeker’in bir soru önergesi vermesi üzerine haberim oldu.
Bu rektör Şamil İslam Ansiklopedisi’nin genel yönetim ve ilmi redaksiyonunu yaparak yayına hazırlamış. 6 ciltlik bu ansiklopedinin içindeki “mürted” maddesinde bakın neler yazıyor.
“Kafirleri tekfir etmemek, kafirler hakkında şüpheye düşmek ve uydukları İslam dışı ideolojilerinin doğru olduğuna inanmak; anıt mezar ve ölülere tapınmak; Yahudilik, Hristiyanlık, komünizm, kapitalizm, demokrasi, sosyal demokrasi vb. şirk düzenlerini doğrulamak.”
Bu maddede yazılana göre “Mürted’in cezası, eğer tövbe etmezse öldürülmek.”
Bir üniversite rektörü demokrasiyi, İslam dışındaki diğer tek tanrılı ve kitaplı dinleri kabul etmeyi “cezası ölüm” olan suçlar olarak niteliyor.
Yine bu rektör yaptığı konuşmalarda “Sarıkla kılınan namaz, sarıksız kılınan 25 namaza, sarıklı cuma da sarıksız 70 cumaya bedeldir. Melekler sarıklı olarak cuma namazını müşahade eder ve güneş batıncaya kadar, sarıkla namaz kılınarak dua ederler. Sarıklı kılınan iki rekat, sarıksız 70 rekattan daha hayırlıdır. Sarıkla kılınan namaza on bin sevap vardır” demiş.
Ali Şeker soru önergesiyle bu rektörün bu gücü nereden aldığını soruyor. Bu soru önergesi sayesinde bizler de “eğitimin ne hale getirildiğini” bir kere daha öğrenmiş oluyoruz.