“Tarihte Bugün” sayfalarına bakar mısınız hiç?
Tabi ki “Acun Ilıcalı boşandı”, “Zeki Müren askere gitti” gibi magazin tarzı olanları değil, dünyanın seyrini değiştiren, nitelikli seçkilerin yapıldığı listeleri kastediyorum.
Ben sık sık bakarım o tür listelere ve zaman zaman oradaki maddelerden birini ya da bir kaçını detaylıca okuyup araştırırım.
Bugün 10 Aralık 2018.
Bu tarih, hangi olayların yıldönümü diye bakarsanız, en çok “...Nobel Barış Ödülü aldı” başlıklarını görürsünüz.
Çünkü, ekim ayında açıklanan Nobel Barış Ödülü 10 Aralık günü sahiplerine veriliyor. Yaser Arafat, Şimon Peres, İzak Rabin, Martin Luther King, Rahibe Teresa, Enver Sedat gibi birçok ünlü isim, değişik yıllarda ama 10 Aralık’ta yapılan törenlerde Nobel Barış Ödülü’nü almıştı.

“DİNAMİTTEN GELEN BARIŞ ÖDÜLÜ”

Ödüle ismini veren Alfred Nobel’in de 10 Aralık 1896 günü öldüğünü hatırlatmakta yarar var. Kendisi, İsveçli bir kimyacı. Müflis bir işadamının oğlu olarak dünyaya gelmiş ama bir patlayıcı sayesinde çok büyük bir servet yapmış.
“Dinamit”ten söz ediyorum.
Isı ve sarsıntı etkisi ile patlayan sıvı “triritrogliserin”i Almanların “kizelgur” dediği bir çeşit toprağa (silisyum dioksit) emdirerek “dinamit”e dönüştürmüştü. Böylece dünyanın o dönemki en etkili patlayıcısını depolanabilen, taşınabilen bir patlayıcıya, aynı zamanda ticari bir ürüne dönüştürmüştü.
Öldüğünde, mirasının bir kısmını yeğenleri ile sevgilisine bıraktı. Onlara bıraktığının tam 33 katının da “insanlığa hizmet edenlere” dağıtılmasını istedi. Ölümünden 4 yıl sonra kurulan Nobel Vakfı, her yıl bilim ödüllerinin yanında barış ve edebiyat ödüllerini de vermeye başladı.

“İNSAN ÖZGÜR VE EŞİT DOĞAR”

Ne yazık ki Nobel Vakfı’nın kurulduğu yıl başlayan 20. Yüzyıl, felaketlerle açıldı. Dünyanın her yanını öngörülemez, hırslı, narsist liderler kapladı. Alfred Nobel’in dinamiti bularak çığır açtığı patlayıcı sektörü, daha da gelişti ve patlayıcılar o hırslı liderlerin başlattığı iki büyük savaşta ölüm saçtı. Yüzyılın ilk yarısı bittiğinde 80 milyona yakın insan savaşlarda ölmüştü.
1948’e gelindiğinde, savaş ortamının da etkisi ile insanlar sadece canlarını değil, temel hak ve özgürlüklerini de kaybediyordu.
O yıl bazı liderler, insanlarla birlikte insanlık da ölmesin diye harekete geçti. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, savaşın kasıp kavurduğu Avrupa’nın göbeğinde, Paris’te toplandı ve 183. oturumunda “İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi”ni kabul etti.
Bildirgenin birinci maddesi insanı şöyle tanımladı:
“Bütün insanlar özgür, onur ve hakları yönünden eşit doğarlar. Akıl ve vicdana sahiptirler.”
İnsan hakları şu sözlerle anlatıldı:
“Herkes, ırk, renk, cins, dil, din, siyasal ya da herhangi bir başka inanç, ulusal ya da toplumsal köken, varlıklılık, doğuş ya da herhangi bir başka ayrım gözetilmeksizin bu Bildiri’de açıklanan bütün haklardan ve bütün özgürlüklerden yararlanabilir.”
Altı sosyalist ülke çekimser kaldı. Suudi Arabistan bildirgeye karşı çıkan grubun liderliğini yaptı ama bildirge ezici bir çoğunlukla kabul edildi. İki yıl sonra Roma’da Avrupa Konseyi İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’ne atıfta bulunularak Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ni kabul edildi.

“İNSANI YAŞAT Kİ DEVLET YAŞASIN”

Evet, bugün 10 Aralık,
Hem dinamitin mucidi Nobel’in adına Barış Ödülü’nün verildiği gün, hem “İnsan Hakları Günü”.
Ve ne yazık ki 21. Yüzyıl’ın başlarında da 20. Yüzyıl’ın ilk yarısındakine benzer manzaralarla karşı karşıyayız. Milliyetçilik, yabancı düşmanlığı, siyasi hırslar, güvenlikçi politikalar, vahşi kapitalizm bir kez daha “insan”ı geri plana itiyor.
Oysa Şeyh Edebali’nin öğüdünde söz edildiği gibi, insanı yaşatmayınca devlet de yaşamıyor.