Sevgili okurlarım tren, dünyanın her ülkesinde en güvenilir taşıt aracıdır. Binersiniz, tıngır mıngır gidersiniz.
Yolcu trenlerinde restoran vardır, karnınızı doyurursunuz.
Ancak bizim trenlerimizde bazı tuhaflıklar vardır. Örneğin Ankara-İzmir mavi treni gideceği yere hiçbir gün zamanında varamaz. Saatlerce gecikme yaşar ve çıldıracak duruma gelirsiniz.
Evet, yolcular trene güvenerek biner. Şimdi hızlı tren çıktı ancak Ankara’da feci bir kaza yaptı. Aynı hatta yol verilen hızlı trenle kılavuz lokomotif kafa kafaya çarpıştı.
Sonuç dokuz ölü.

★★★

Bu olayla ilgili acı gerçekler kazadan birkaç saat sonra ortaya döküldü.
Sinyalizasyon sistemi yokmuş!
Akıl alacak şey değildir.
Sen Ankara’dan ve diğer illerden her gün bir sürü hızlı treni yola çıkaracaksın ama altyapının ve güvenliğin temel unsuru olan sinyalizasyon olmayacak.
Demek ki hızlı trenin gittiği hiçbir ilde sinyalizasyon yok. Görevliler aralarında cep telefonuyla, ya da telsizle haberleşirmiş.
İlkelliğin bu kadarı ancak Etİyopya, Bangladeş gibi ülkelerde olabilir.
Bundan beş ay önce Çorlu’da bir tren kazası oldu ama nedeni sinyalizasyon değildi. Yağan yağmurlar toprağı götürmüş, rayların altını boşaltmıştı.
Tren devrildi, 25 kişi can verdi.

★★★

Şimdi, Çorlu’da olduğu gibi Ankara’daki kazada da bazı alt düzey demiryolu görevlileri tutuklanacak ve hesap onlardan sorulacak.
Üst düzeydeki gerçek sorumlulara ise yine hiçbir şey olmayacak.
Ulaştırma Bakanlığı yetkililerine kimse bir şey sormayacak ve dosyalar her zaman olduğu gibi zamanla unutulacak ve kapatılacak.
Rayların altındaki toprağın boşalmasından, hızlı trenlerin sinyalizasyon olmadan yola çıkarılmasından, yani bu kazalardan kimler sorumludur, giden canların hesabı kimden sorulacaktır?
Makasçılar, makinistler, hareket memurları, yol bekçileri falan filan!
Sonra da bir sürü palavra...
“2023 yılına kadar bütün Türkiye’yi hızlı trenlerle donatacağız.”

★★★

Böyle kazalar olduğunda dünyanın her uygar ülkesinde bir tek uygulama vardır.
Ölenlerin yakınlarına ciddi boyutta tazminat ödenir.
Bizde ise durum 180 derece farklıdır!
Ailelerine “Gidin mahkemeye verin, mahkeme karar verirse öderiz” denilir.
Ondan sonra uğraş dur! Mahkeme yıllar sürer, sizi uğraştırırlar.
Allah ölenlere rahmet eylesin, yakınlarına sabır versin.
Filler tepişir ama onlara bir şey olmaz.
Olan aşağılardaki günahsız karıncalara olur!

erdal-eren

Sevgili okurlarım, 12 Eylül 1980 darbesi sonrasında bütün basın bir haberle doluydu:
“Mamak Askeri Cezaevi’ne tıkılan ve yıllarca birbirlerini öldüren ülkücü ve devrimci teröristler birbirleriyle barıştı, hiçbir olay çıkarmadan kardeşçe yaşıyorlar!”
O sırada Milliyet Gazetesi’ndeyim ve herkes gibi ben de bu işi merak ediyorum. Kasım ayı ortalarında Genelkurmay Başkanlığı’na postaneden bir mektup gönderdim:
“Mahkûmların barıştığını okuyoruz. Mamak Cezaevi’ne girip fotoğraflı bir röportaj yapmak istiyorum. İzin verilmesini rica ederim.”
Yanıt verileceğini aklımın köşesinden bile geçirmiyordum ama olumlu yanıt geldi... Ve Aralık 1980’de bizim gazeteden iki foto muhabiri arkadaşla (biri Savaş Ay) Mamak’a girdik. Bol bol fotoğraflar çekildi, ben iki kesimle de söyleşiler yaptım. Doğal olarak, rahat konuşmaları mümkün olmuyordu.

★★★

Cezaevi komutanı albay yanımızdaydı... “Nereye isterseniz oraya götürürüm” diyordu. En alt kattaki özel hücrelere girmek istedik. Küçük bir çocuğun, Erdal Eren’in orada yattığını biliyorduk.
Bir askeri tabancayla öldürmekle suçlanıyordu ve idama mahkum edilmişti. Albaya sordum:
“Hücrede Erdal’la resim çektirebilir miyiz?”
Kabul etti... Ve hücrenin önüne geldik. Daracık, demir parmaklıklı bir yer. İçerisi karanlık. Bir tek ampul var, o da (intihar etmesin diye) hücrenin dışında yanıyor.
Gelirken albaya sormuştum:
“İdam kararı kesinleşti mi?”
(Evren ve dört kuvvet komutanından oluşan) Milli Güvenlik Konseyi kararı onayladı. Sanırım bir iki güne kadar idam edilir.”

★★★

Erdal’la demir parmaklıkların önünde konuşuyoruz. Karşılıklı olarak ayaktayız. Küçük, temiz yüzlü bir çocuk...
Hayatımda böylesine sarı bir beniz görmemiştim. Limon gibi... Fena oldum... Albaydan izin alıp sigara ikram ettim, içiyormuş. Paketi ona bıraktım...
Ve tam bu sırada yanımdaki foto muhabiri arkadaş ona korkunç bir soru sordu:
“Erdal birkaç güne kadar idam edileceksin, ne düşünüyorsun?”
Orada düşüp bayılabilirdim... Şimdi rahmetli olan foto muhabiri arkadaşımı dirseğimle ve hızlıca dürttüm:
“Sen karışma bu işlere. Senin görevin resim çekmek.”
İnanın, bu abuk soruya Erdal’ın yanıt verip vermediğini anımsamıyorum. Eğer verdiyse ne dediğini duyacak durumda değildim... Zira böyle insanlık dışı bir olaya ilk kez tanık oluyordum.
Erdal’a askeri öldürüp öldürmediğini sorduğumda “Ben öldürmedim” dedi.
Albay “Buyurun gidelim artık” deyince bu temiz yüzlü çocuğa veda edip ayrıldık.

★★★

Fotoğraflarla dolu olan Mamak Cezaevi röportajım Erdal Eren’in hücre önündeki fotoğrafı dahil altı gün boyunca Milliyet’te birinci sayfadan yayınlandı ve Türkiye’de büyük bir gazetecilik olayı yarattı.
Erdal birkaç gün sonra idam edildi. Hücrenin önündeki hali kaç gece rüyalarıma girdi.
İdamından sonra tartışmalar başladı... Aslında 17 yaşında olduğu, düzmece raporlarla yaşının 18 yapıldığı ve o rapor nedeniyle idam edildiği iddia edildi.
Bu yazıyı niye yazdım?
İki gün önce Erdal’ın ölüm yıldönümü imiş, mezarı başında mütevazı bir anma töreni düzenlenmiş.
Okuyunca 1980 yılında yaşadığım Mamak Cezaevi olayı aklıma geldi, sizlerle paylaşmak istedim.