Sevgili okurlarım, ekranlarda ve gazetelerde sık sık görüyoruz...
“Abdülhamit ölümünün 100. yılında anıldı...”
Maceralı bir hayattan sonra Şubat 1918’de vefat etmişti. Hakkında çok kitaplar okuduğum, çok belgeleri incelediğim bir padişahtır.
Onu hiç sevmem ama yine de Allah rahmet eylesin demeyi bir görev bilirim.
Tam 33 yıl boyunca 1876-1909 arasında padişahlık yaptı.
Bu uzun süre içerisinde bir gün olsun İstanbul’un dışına adım atmadı, atamadı...
Bırakın İstanbul’u bir yana, yaşamakta olduğu Yıldız Sarayı’ndan bile dışarıya cuma namazları dışında çıkamıyordu.
Neden?..
Çünkü korkaktı, öldürülmekten ve tahttan indirilmekten korkuyordu!

* * *

İşin ilginç yanı, 1905 yılında Abdülhamit’e Yıldız Cami’sinde namaz sonrasında bir suikast düzenlendi. Ermeni örgütleri tarafından düzenlenen bu olayda bombalar patladı, 26 kişi can verdi.
Abdülhamit şansın da yardımıyla suikastı sağ salim atlattı.
Uzun bir soruşturma sonrasında suikastın elebaşı düzenleyicisi olan kiralık katil  Edward Jorris isimli Belçika vatandaşı yakalandı...
Ve Abdülhamit onu ve suç ortaklarını affetmek zorunda kaldı... Zira kapitülasyonlar vardı. Herifin Türkiye’de yargılanması ve ceza alması mümkün değildi.
Böyle bir şey yapması durumunda “Büyük devletler” padişahımızı mahvederdi...
Cebine para konuldu ve ülkesine gönderildi!
Rusya ve Avrupa devletlerinin karşısında masum bir kedi yavrusu gibi ürkek olan bu padişah, içeride ise aslan kesilirdi!

* * *

Evet, dışarıya karşı böylesine korkaktı, içeride ise son derece cesurdu!
Osmanlı’yı tek başına saraydan yönetirken dayandığı en büyük güç, sayıları binleri bulan hafiyeler, jurnalciler ve muhbirlerdi.
Saray binlerce muhbir vatandaşın ihbar mektuplarıyla doluydu. Herkes birbirini ihbar ederdi.
Mektuplar incelenir, şikayet edilen yurtsever insanlar, doğru olup olmadığına bakılmaksızın ülkenin en ücra yerlerine sürgün edilirdi.
Yemen, bugün Libya sınırları içinde kalan Fizan ve Doğu Anadolu’nun kuş uçmaz kervan geçmez bölgelerine!..
Oralara gönderilenlerin daha sonra evlerine ve yakınlarına kavuşması artık mucizeler gerektirirdi.

* * *

Abdülhamit’in sürgün cezası verdiği büyük yurtsever Mithat Paşa’yı bilirsiniz. Sultan Abdülaziz’i tahttan indirip ölümüne neden olmakla suçladığı Mithat Paşa’yı sarayında kurduğu çadır mahkemesinde yargılattı ve bugün Suudi Arabistan’da bulunan Taif’e sürgün ettirdi.
Orada yıllarca hapishanede çürüttüğü büyük devlet adamını bir gece Taif zindanında adamlarına boğdurdu.

* * *

Şimdi Türkiye’nin pek çok yerinde, 100. ölüm yıldönümü nedeniyle Abdülhamit anılıyor, hakkında övgüler düzülüyor, sergiler açılıyor.
Bu gösterilerde birileri Abdülhamit’in bilmem kaçıncı kuşaktan torunları oldukları iddiasıyla konuşmalar yapıyor, üstelik işi ticarete vurup internet üzerinden mal satıyorlar!

* * *

Bu Sultan hazretleri, Osmanlı İmparatorluğu’nda en çok toprak kaybına neden olan padişahtır.
Rumeli elden çıkmış, Kıbrıs İngiltere’ye terk edilmiştir.
Hasta adam olarak anılan Osmanlı onun döneminde “Onurunu” da ne yazık ki yitirmiştir.
Size çok somut ve anlamlı bir örnek vereyim:
Tarihimizde 93 harbi diye anılan Osmanlı-Rus savaşında (1878 yılında) iki cephede birden yenilgiye uğradık. Doğu Anadolu Erzurum dahil Rusların eline geçti.
Kuzeybatıda ise Gazi Osman Paşa’nın şanlı Plevne savunmasına karşın o cepheyi de yitirdik ve ilerleyen Rus orduları İstanbul kapılarına dayandı.
Abdülhamit çaresiz kalmıştı. İngiltere’ye başvurdu, başkent İstanbul’a Rus ordusu girmesin diye yardım istedi...Ve İngiliz donanması Boğaz’a demir attı!

* * *

Ancak Ruslar boş durmuyordu. Bugünkü adı Yeşilköy olan Ayastefanos’a beş katlı büyük bir zafer anıtı diktiler...
Ve pısırık Abdülhamit, sarayına birkaç kilometre mesafede olan bu anıtın ve Rus ordusunun gölgesinde yıllarca o sarayda oturdu, padişahlık yapıp ülkeyi yönetti!
Bunu bile “Onuruna (!)” yedirmişti.
Rusların zafer anıtı 1914 yılında İttihat Terakki yönetimi tarafından dinamitlendi ve yıkıldı.

* * *

Bir acı örnek daha vereyim...Saray 1901 yılında Lorando ve Tubini isimli iki Fransız tefeciye büyük miktarda borçlanmıştır. Bu paranın ödenmesi mümkün olmaz. Devreye Fransız hükümeti girer, ödeme yine yapılamaz.
Bu durumda Fransız donaması Midilli Adası’na gelip adayı işgal eder ve gümrük gelirlerine el koyar. Borç daha sonra ödenince donanma Midilli’den ayrılır.
Devletin durumu işte böyle idi!

* * *

Ülke giderek geriliyordu. Rumeli’de subaylar dağa çıktı. Padişah 1908’de Meşrutiyet ilan edip Meclis’i yeniden açmak zorunda kaldı.
1909 yılında İstanbul’da 31 Mart gerici ayaklanması çıktı. Çok sayıda subay ve milletvekili sokaklarda yobazlar tarafından öldürüldü.
Selanik’ten yola çıkarılan Hareket Ordusu bu isyanı bastırdı, Abdülhamit tahttan indirilip haremiyle birlikte Selanik’e sürgün edildi.
1912 yılında Balkan Savaşı patladı. Yunan ordusu Selanik’i elimizden almak üzere ilerliyordu. Padişahın esir düşmesine ramak kalmıştı. Demiryolu Bulgarların eline geçmişti, karayolu derseniz zaten hiç yoktu. İstanbul’a deniz yoluyla getirilmesine karar verildi de, Abdülhamit donamayı (sarayını topa tutarlar diye) Haliç’te çürütmüştü.
Selanik’ten İstanbul’a getirilmesi için Alman büyükelçiliğinin Loreley isimli teknesi gönderildi. Düşünün ki, koskoca Osmanlı’nın elinde çalışır durumda bir tek savaş gemisi bile bırakmamıştı.
Ege Denizi adalarını işte bu sorumsuzluk yüzünden Balkan harbinde Yunanlara kaptırdık!

* * *

Abdülhamit, ailesi ve haremiyle birlikte Selanik’ten Beylerbeyi Sarayı’na getirildi ve bir süre sonra orada vefat etti.
33 yıl boyunca Osmanlı’ya ve ahaliye kan kusturmuş, devleti hafiyelerin jurnalleriyle yönetmişti. Meclis’i kapatmıştı, tam bir diktatördü.
Şimdi bazı iktidar partisi yetkilileri ve onun bilmem kaçıncı göbekten torunları olduğunu iddia eden bir takım şahıslar çıkmış ortaya, onun adına anma günleri ve törenler düzenleniyor, ne idüğü belirsiz torunların bazıları da bir miktar ticaret yapıp bu sayede para kazanıyor.
Şimdi saygı ve özlemle (!) andıkları Abdülhamit özetle budur, bilinsin istedim.