Şiirin iç örgüsünü bilenler aslında onun “Divan Şiirinden” etkilendiğini söylerdi. Ama o halkın konuştuğu dille yazardı:
“Elim sanata düşer usta
Dilim küfre, yüreğim acıya
Ölüm hep bana
Bana mı düşer usta?
Sevda ne yana düşer usta
Hicran ne yana
Yalnızlık hep bana
Bana mı düşer usta?
Gurbet ne yana düşer usta
Sıla ne yana
Hasret hep bana
Bana mı düşer usta?”
(Çırak Aranıyor)

★★★

Haber yapmak için girdiğimiz atölyelerde, buluştuğumuz Sirkeci lokantalarında, binip gittiğimiz şehirlerarası otobüslerde benim bakıp da göremediğim “en alta kalanı” o görür, otobüs şoförü çırağını (muavin derlerdi o zaman) çırağın kendi diliyle yazardı:
“İstanbul - Ankara - Kayseri
Adana - Antep - Mardin
“Bursa - İzmir - Bodrum
üç yıldır gider gelirim
302 Mercedes’in
arka koltuğunda
ne yattığım yer belli
ne içtiğim su
Aslen Urfalıyım
ekmeği taştan çıkarmak uğruna
verdim kendimi yollara”
(Çaylar Şirketten)

★★★

İstanbul’a 1965 yılında gelmişti, ben 1968’de geldim. Ali Özgentürk ile ortak dostluğumuz bizi 50 yıldır ayrılmaz “3 arkadaş” yapmıştı. Aramıza hayat girdi. Şimdi de ölüm. Refik Durbaş, hayata gözlerini yumdu. Şiirden anlayanlar onun “büyük şair olduğunu” söyleyip yazarlardı. Bir gün dahi “iyi şairim” diye böbürlenip, övündüğünü görmedim.  Hiçbir koşulda asla “Ben” demez, en çok oğlu Alican ile eşi Bilge’yi ve kız kardeşi Mahmure’yi severdi.
Aslen Erzurumluydu.
Burası Türkiye’ydi.

★★★

Burada şairin aklından, yüreğinden nice acılar, sevinçlerle süzdüğü mısralar, şairinden izin alınmadan reklamlarda kullanılır; dergiye, gazeteye manşet yapılır; şarkı sözü olarak çalınır; ucuz televizyon dizilerine fon müziği olur... Şiirler serseri mayın misali bilgisayar ekranlarında dolaştırılır.
1989 yılıydı.
Başta Can Yücel olmak üzere dokuz şair, (Arif Damar, Cemal Süreya, Cevat Çapan, Ataol Behramoğlu, Erdal Alova, Turgay Fişekçi, Küçük İskender, Refik Durbaş) bir bildiri yayınladılar:
“Artık şiir yok beleşe!
Şairler birleşin”
Şair grevi başlamıştı.
Dünya’da bir ilkti.
6 ay grev yaptılar.
Şiir yayınlamadılar.
Ben o günlerde Milliyet’te; “Bu, ülkenin şairlerinin kaderidir. Öldüklerinde yelek ceplerinde ancak kefen paraları ile cenazelerini kaldıracak kadar bozukluk ya çıkar ya çıkmaz. Onlar, edebiyat ağacının gövdesine birer çentik atmak isterler ve parasal züğürtlüğü her zaman kalite züğürtlüğüne tercih ederler. Şairler paragöz değildir” diye yazdım.
Sabah erkenden eve geldi.
Gözlerinin içi gülerdi.

★★★

Ben Milliyet’ten Sabah’a geçtiğimde Refik işsizdi, gazete yönetimine onun kaleminin gücünü anlatım, Sabah’a geldi. Bir kaza, bir cinayet, deprem rutin haberleri şiirsel anlatımın eşsiz lezzetiyle çok güzel yazdı. “Adı Refik! Cepte yok metelik! Eşi az bulunur kalemin var, gir bir reklam ajansına metin yazarı ol, büyük paralar kaldırırsın” diye takılırdım. Bana “Dağlarca’nın Hikayesini” anlatırdı. Bir çocuk, Fazıl Hüsnü Dağlarca’ya “bana şiir öğret” diye gelmiş. Dağlarca çocuğa “bak” demiş, “Allah, sağ kolunu keseceğim, İstanbul’un en büyük şairi olacaksın. Öyle bir yetenek vereceğim sana” dese ne yaparsın. “Kessin” demiş çocuk. “Sol kolunu keseceğim Türkiye’nin en büyük şairi olacaksın, sağ bacağını keseceğim, Balkanların en büyük şairi olacaksın...” Yeter, demiş çocuk. Başlarım şairliğe. Dağlarca diyor ki, bir göz bebeğim kalsın, bir de yazacak bir parmak. Ben şiir yazayım.”

★★★

Yolundan yürüdü.
Çilesini çekti.
Şairlik ağacına çentik attı.
Refik, dünyadan göçtü.