“Asıl cephe iç cephedir. Bütün ülkenin aynı fikir ve kanaatte olarak yekvücut olarak kurmuş oldukları cephedir. Görünüşteki cephe, ordu cephesinin sarsılması, değişmesi, yenilmesi, çözülmesi hiçbir zaman bir milleti ve bir ülkeyi mahvedemez. Bunun hiçbir önemi yoktur. Asıl öneme sahip olan ve asıl ülkeyi temelinden yıkan ve halkını esir eden iç cephenin düşmesidir.” (Mustafa Kemal Atatürk)

Geçtiğimiz hafta, eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ, kendisine sorulan bir soru üzerine, Afrin operasyonunun siyasete alet edilmesinin doğru olmadığını belirtti. Başbuğ’un bu haklı tepkisine AKP’li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, “Bir defa siyasete alet edildiğini söylemek onun haddine mi?” diyerek çok sert bir cevap verdi. Ne yani! Sayın Başbuğ, “Afrin operasyonunu siyasete alet etmek gerekir” mi deseydi! Türkiye açısından çok önemli    olan bu operasyonu siyasete alet etmek kadar, bu zor günlerde toplumu bölecek, kutuplaştıracak açıklamalardan da özenle sakınmak gerekir.

Atatürk, Türk Milleti’nin varlık yokluk kavgası durumundaki Milli Mücadele’yi iç cepheyi güçlendirerek, birlik ve berberliği sağlayarak, ortak akılla kazanmıştı.

Nasıl mı? Şöyle:

MATEMATİK MİMARİ

Ceyhun Atıf Kansu’nun ifadesiyle Atatürk bir “Kurtuluş Savaşı Ustası”ydı. Gerçekten de yokluk ve yoksulluk içinde bin bir güçlüğe karşı kazanılan Milli Mücadele bir ustalık eseriydi.

Atatürk’ün kendi ifadesiyle zaferin sırrı “ilmin ve fennin rehber edinilmesiydi.” (Atatürk’ün Bütün Eserleri, C. 14, s. 44).

Yine Atatürk’ün ifadesiyle zaferin sırrı, “duygulara ve hayallere değil gözlem, inceleme ve hesaba dayanan önlemlerdi.” (Atatürk’ün Bütün Eserleri, C. 16, s. 262). Ona göre Milli Mücadele “mucize” veya “çılgınlık” değil, hesaptı.

Celal Bayar’ın deyişiyle Kurtuluş Savaşı, “Yenmekten yenilmeye kadar tasarlanmış, hesaplanmış bir matematik mimariydi” (Celal Bayar, Atatürk’ün Metodolojisi ve Günümüz, s. 22, 23).

Ruşen Eşref Ünyadın’a göre de Atatürk her şeyi önceden “tasarlamış” ve “hesaplamıştı”.  (Ruşen Eşref Ünaydın, Atatürk’ü Özleyiş, C.2, s. 63).

16 Mayıs 1919’da Samsun’a gitmek için İstanbul’dan yola çıktığında İngilizlerin, Kız Kulesi açıklarında Bandırma Vapuru’nu durdurup silah ve cephane aramaları üzerine Atatürk şöyle demişti: “Sersem herifler! Cephane ve silah değil, kafa götürüyoruz.” Milli Mücadele işte o kafayla, o kafanın yaptığı akıllı hesaplarla kazanılacaktı.

HESAPLAR VE HAZIRLIKLAR

Atatürk, daha 31 Ekim-10 Kasım 1918’de Adana’da Yıldırım Orduları Komutanı olduğu kısa sürede özellikle İskenderun ve civarını savunmak için gerekli emirleri vermiş, asker-sivil ileri gelenlerle gizli görüşmeler yapmış, yurtseverleri uyarmış, halka silah dağıtmış, böylece, Ali Fuat Paşa’nın ifadesiyle “ilk direniş yuvalarını” kurmuştu. Ayrıca
Adana’dan, Savaş Bakanlığı’na ve Sadrazamlığa çektiği telgraflarla Anadolu’nun işgal edilmek üzere olduğunu, bir an önce önlem alınması gerektiğini belirterek yetkilileri uyarmıştı.

13 Kasım 1918-16 Mayıs 1919 arasında 6 ay kaldığı işgal İstanbul’unda da kimseyi ürkütmeden ve kuşkulandırmadan direniş planları yapmıştı. Bu sırada tüm kapıları zorlamıştı. Girişimleri sonunda sarayın, hükümetin ve siyasi partilerin vatanın kurtuluşunu sağlayamayacağını görünce güvendiği asker-sivil yurtseverlerle birlikte Anadolu merkezli bir milli direniş hazırlığına başlamıştı. Şişli’deki evinde yaptığı toplantılar sonunda şu kararı vermişti: “Uygun zaman ve fırsatı kollayarak İstanbul’dan ayrılmak, basit bir tertiple Anadolu içlerine geçmek, isimsiz çalışmak, millete felaketi haber vermek...”

İSTANBUL SURLARININ DIŞINA ÇIKMAK

Atatürk, 21 Nisan 1921’de Hâkimiyet-i Milliye Gazetesi’ne verdiği bir röportajda, o günlerde İstanbul’da halkın yaklaşan büyük tehlikeyi göremediğini belirterek şöyle demişti: “Koca İstanbul içinde padişahından, hükümet ileri gelenlerinden, kumandanlarından, subaylarından en son askerine kadar bir buçuk milyon can, toplu tüfekli, zırhlı, kırılması müşkül ve kalın zincirlerle sımsıkı bağlandıklarını anlamaksızın şaşkınlık ve tevekkül içinde duruyordu.” Atatürk, şaşkınlık ve tevekkül içindeki halk arasında felaketi hissedip ona çare arayanlar olduğunu, ancak bunların da soruna yine “İstanbul surları içinde” çözüm aradıklarını belirtmişti. Atatürk, kurtuluş için her şeyden önce “İstanbul surlarının dışına çıkmak gerektiğini” görmüştü. (Atatürk’ün Bütün Eserleri, C. 11, s. 144). Bunun için öncelikle düşüncenin surlarını yıkmak gerekiyordu. İşgaller karşısında Amerikan veya İngiliz mandası isteyenleri veya bölgesel kurtuluş çaresi arayanları topyekûn bir kurtuluşa inandırması lazımdı. Bu nedenle, yine kendi ifadesiyle, “Türkiye’nin düşünen kafalarını yeni bir imanla istila etmesi” ve mevcut “hükümet teorisini değiştirmesi” şarttı. Anadolu’ya ayak basar basmaz bu doğrultuda çalışmaya başladı. Saraya, sultana, siyasi partilere dayanan eski siyaset teorisinin yerine, hiçbir ayrım gözetmeksizin yurtsever halkın tamamını kucaklayan -partiler üstü- yeni bir siyaset/hükümet teorisi kurdu. Kuvayı Milliye, Müdafaa-i Hukuk ve TBMM bu yeni siyaset teorisinin örgütleriydi.

ORTAK AKLIN ESERİ

Şimdi yapılması gereken halkta ortak bir kurtuluş inancı yaratmaktı. Atatürk, ortak bir kurtuluş inancının ancak “ortak akılla” yaratılacağını biliyordu. Anadolu’ya geçer geçmez yayımladığı Amasya Genelgesi’nde “Milletin bağımsızlığını yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır” derken, Erzurum Kongresi’nde “Her türlü yabancı işgaline ve müdahalesine karşı millet, hep birlikte direniş ve savunmaya geçecektir” ve “Kuvayı Milliye’yi etkin, milli iradeyi hâkim kılmak esastır” derken hep ortak akla vurgu yapıyordu.

Atatürk, düzenli ordudan önce ortak akla bir karargâh kurdu. TBMM, milletin ortak aklının karargâhıydı. 23 Nisan 1920’de Ankara’da toplanan TBMM bir partinin, bir etnik grubun, bir mezhebin veya bir sınıfın değil, tüm unsurlarıyla Türk Milleti’nin meclisiydi. Doğrudan halkın temsilcilerinden oluşuyordu. Bu mecliste herkes aynı görüşte değildi. Atatürk’e karşı da muhalefet vardı. Her konu tartışılırdı. Kavga, gürültü arasında karar alındığı olurdu. Samet Ağaoğlu şöyle diyor: “Orada temsil edilmeyen hiçbir fikir ve istek yoktu... Gerçekte dış mücadeleden çok iç mücadele yaptı... Bu meclisteki mebusların çoğu esaslı bir eğitimden yoksun, görünüşü basit ve sade bir çocuk kadar saf insanlardı. Bu insanların yine birçoğu fala, mucizeye, rüyaya inanıyordu... Bir kelime ile BİRİNCİ TBMM Türk Milleti’nin ta kendisi idi.” (Samet Ağaoğlu, Kuvayı Milliye Ruhu, s. 56-57).

Atatürk, bu meclisi kapatmayı hiç düşünmedi. Milli Mücadele’yi KHK’larla veya kişisel kararlarla değil, bu meclisin kararlarıyla yürüttü. Atatürk’ün Milli Mücadele sırasında meclisin onayından geçmeyen bir kararı yoktu. Başkomutanlık süresince kendisi karar alıp uygulamıştı ancak, ona o başkomutanlık yetkisini -şartlı olarak- veren de yine o meclisti. 

Bu nedenledir ki Atatürk şöyle diyordu: “Varlığımızı, bağımsızlığımızı kurtaran bütün işler ve hareketler ortak düşüncenin, isteğin, azmin yüksek belirtisinden başka bir şey değildir.” (Utkan Kocatürk, Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, s. 223).

[caption id="attachment_2229807" align="alignnone" width="880"]Resimli Gazete, 1923. Üstte ‘Türk Cumhuriyeti’nin ilk büyük reisi’ yazıyor. Resmin alt ve yan kısımlarında Atatürk’ün Milli Mücadele sırasındaki dış ve iç düşmanlarına yer verilmiş. Resimli Gazete, 1923. Üstte ‘Türk Cumhuriyeti’nin ilk büyük reisi’ yazıyor. Resmin alt ve yan kısımlarında Atatürk’ün Milli Mücadele sırasındaki dış ve iç düşmanlarına yer verilmiş.[/caption]

SAVUNMA ARAÇLARI

Çanakkale Kahramanı Başkomutan Atatürk’ün savunma araçlarının ilk sırasında ordunun olacağı beklenebilir. Ancak ordu, onun savunma araçlarının son sırasındadır. Atatürk’ün savunma araçları, sırasıyla “millet”, “meclis” ve “ordu”dur.

6 Mart 1922’de TBMM’de yaptığı konuşmada “savunma araçlarını” şöyle sıralıyordu:

1. Milletin Bütünü


2. Milletin Kalp ve Vicdanındaki Sağlamlık ve Kuvvet

3. Meclisin Azim ve Kahramanlığı

4. Ordu.

Atatürk, Milli Mücadele’yi kazanmak için bu savunma araçlarını güçlendirmeye çalıştı. Bu sırada milleti bölecek, ayrıştıracak açıklamalardan ve faaliyetlerden özenle kaçındı. Tam tersine sürekli milleti birleştirecek, bütünleştirecek açıklamalar yaptı. Milli Mücadele’nin İttihatçılık veya Bolşevik hareket olmadığını anlattı. Etnik milliyetçilik, dincilik ve mezhepçilik de yapmadı. Milli Mücadele’deki “vatan ve namus cephesini” bölmemek için, zamanı gelinceye kadar, gelecekte yapmayı planladığı devrimlerden de söz etmedi. 

DİPLOMASİ SİLAHI

Atatürk, zafer için diplomasiyi de çok iyi kullanmak zorundaydı. Her şeyden önce karşısındaki kalabalık düşman cephesini dağıtıp zayıflatmaya ve buna karşı kendi cephesini güçlendirmeye çalıştı. İngiltere, Fransa ve İtalya’ya “meydan okumak” yerine, bu üç işgalciyi, diplomasiyle birbirinden ayırma stratejisi izledi. Bu ülkelerin kendi iç sorunlarını ve aralarındaki çıkar çatışmalarını çok iyi biliyordu. Sonunda İtalya ve Fransa’yı İngiltere’den ayırmayı başardı. 1921 yazı itibarıyla Yunanistan’ı destekleyen sadece İngiltere kalmıştı. 9 Eylül 1922’de Yunan ordusunu Anadolu’dan attıktan sonra yapayalnız kalan İngilizler, Lozan Antlaşması’ndan sonra, 2 Ekim 1923’te İstanbul’u boşaltıp geldikleri gibi gittiler.

Atatürk, bir taraftan düşman cephesini daraltırken diğer taraftan kendi cephesini güçlendirmek için Sovyet Rusya, Afganistan gibi ülkeler ile Hindistan’daki, Mısır’daki, Suriye’deki ve Irak’taki İngiliz ve Fransız karşıtı bağımsızlıkçı gruplarla dayanışma içine girdi. Kendi ifadesiyle “emperyalizme”, “zulüm dünyasına” karşı “mazlumlar dünyasını” örgütledi. İngiliz ve Fransız emperyalizmini, yine onların sömürgeleriyle ve antiemperyalist Sovyet Rusya ile köşeye sıkıştırdı.

Atatürk’ün hiçbir zaman “değerli yalnızlık” diye bir politikası olmadı. Tam tersine emperyalist işgal karşısında yalnız kalan Türkiye’yi bir an önce bu yalnızlıktan kurtarmaya çalıştı. Sovyet dostluğu bu bakımdan çok önemliydi. (Bkz. Sinan Meydan, 1923, Kuruluş Ayarlarına Dönmek, s. 61-92).

Atatürk, yokluk ve yoksulluk içinde yedi düvele karşı mücadele ederken “topunuz gelin”, “Osmanlı tokadını yersiniz” gibi açıklamalar yapmak yerine Türk Milleti’nin haksız bir emperyalist işgale karşı canını ve vatanını korumak için “haklı bir mücadele” verdiğini anlattı. İşgalci Yunan ordularının Anadolu’da yaptıkları mezalimi tüm dünyaya göstererek uluslararası kamuoyunu etkilemeye çalıştı. Osmanlı topraklarını yeniden ele geçirmek için değil, Misak-ı Milli sınırlarına sahip olmak için savaştığını, amacının “tam bağımsızlık” olduğunu söyledi. Sürekli “barıştan” yana olduğunu belirtti. Diplomasiyi kullanmaktan hiç vazgeçmedi. Her askeri zaferden sonra mutlaka bir siyasi zafer kazandı. Gerçeklerden hiç kopmadı. Türk Milleti, mazlumdu, haklıydı. Atatürk eğer akıllı davranırsa güçlüyü yenebileceğini biliyordu, yendi de.

Demem o ki, bu topraklarda söz konusu olan vatan kurtarmaksa, söz konusu olan beka mücadelesiyse Kurtuluş Savaşı Ustası Atatürk’e kulak vermek gerekir.

Tek beyin tek enerji


Atatürk Nutuk’taki ifadesiyle mücadeleye başlarken “Her şeyden önce içgüdünün, yürek ve vicdan gücünün yüksek tutulması gerektiğini” düşünüyordu. Bunun için sırasıyla şu yollara başvurduğunu söylüyordu:

1. İç
ve dış durumun güven ve rahatlık verici nitelikte gelişen yönlerini araştırarak açıklamaya ve kanıtlamaya çalışmak.

2. Belirli bir amaçla bilinçli ve azimli birleşmenin sarsılmaz bir güç olduğu gerçeğini yorulmadan tekrar etmek (Nutuk/Söylev, C.1, s. 480, 481).

Atatürk, şöyle devam ediyor: “Bir toplumun yaşaması ve mutluluğunun ancak dilekte ve dileği gerçekleştirme yolunda birlik olunmasına bağlı bulunduğunu açıkladık. Yurdun kurtarılması, bağımsızlığın sağlanması amacına yönelmiş olan milli birliğimizin, köklü ve düzenli örgütlerin varlığına ve bu örgütleri iyi yönetebilecek kafaların ve enerjilerin, bir tek beyin bir tek enerji olarak birleşmiş ve kaynaşmış duruma gelmesine bağlı olduğunu söyledik”. (Nutuk/Söylev, C1, s. 480,481).

Burada Atatürk’ün kurtuluş stratejisinin iki önemli noktası beliriyor: 1. Bilinçli ve azimli birleşme, 2. Bir tek beyin, bir tek enerji olarak birleşmiş ve kaynaşmış kafalar...

[caption id="attachment_2229808" align="alignnone" width="880"]Türkiye Edebiyat Mecmuası, 1 Eylül 1923, Resim altında, ‘Milyonarca Türk ve Müslüman’ın büyük halaskarı (kurtarıcısı) Gazi Müşir Mustafa Kemal Paşa Hazretleri’ yazıyor. Türkiye Edebiyat Mecmuası, 1 Eylül 1923, Resim altında, ‘Milyonarca Türk ve Müslüman’ın büyük halaskarı (kurtarıcısı) Gazi Müşir Mustafa Kemal Paşa Hazretleri’ yazıyor.[/caption]

İç cephenin düşmesi


Atatürk cepheleri “görünüşteki cephe ve iç cephe” diye ikiye ayırıyordu. Ona göre asıl önemli olan iç cepheydi. Bakın ne diyor Nutuk’ta: “Asıl cephe iç cephedir. Bütün ülkenin aynı fikir ve kanaatte olarak yekvücut olarak kurmuş oldukları cephedir. Görünüşteki cephe, doğrudan doğruya ordumuzun düşman karşısında göstermekte olduğu cepheden ibarettir. Bu görünüşteki cephe, ordu cephesinin sarsılması, değişmesi, yenilmesi, çözülmesi hiçbir zaman bir milleti ve bir ülkeyi mahvedemez. Bunun hiçbir önemi yoktur. Asıl öneme sahip olan ve asıl ülkeyi temelinden yıkan ve halkını esir eden iç cephenin düşmesidir. İşte bu gerçeği bizden çok bilen düşmanlarımız ki, başta en alçak düşman olan İngiliz, asıl bu cepheyi yıkmak için üç seneden beri ve asırlardan beri mesai harcamaktadır (Kahrolsun sesleri). Bilirsiniz, bizim eski Osmanlı tarihimizde ‘Kale içten yıkılır.’ (derler). İşte düşmanlarımız içimizden yıkmaya çalışıyorlar. (...) Bu amacı gerçekleştirmek için içimize kadar sokulabilen bozguncu mikropların ajanlarının varlığını iddia etmek yerindedir.” (Atatürk’ün Bütün Eserleri, C. 12, s. 314, 315).

Bugün Türkiye’yi yönetenler, iç cepheyi güçlendirmeden dış cephede başarılı olunamayacağını göremiyorlar mı? İç cepheyi güçlendirmek için toplumu ayrıştırmak değil birleştirmek gerektiğinin farkında değiller mi?