Şarbon nedeniyle karantina altına alınan Silivrinin Çanta Mahallesi (Köyü) var ya, çocukluğumun yaz tatilleri, genellikle bu köye 5-6 kilometre uzaklıktaki Akören’de geçerdi.
Yaz ayları, Silivri’nin bereketli topraklarında tarımla uğraşan köylüler için hasat ve bolluk anlamına gelirdi. Buğday başta olmak üzere ayçiçeği, arpa, yulaf, mısır, kavun-karpuz ve şeker pancarı en çok ekilen ürünlerdi.
Topraklar öylesine verimliydi ki, ne ekilirse biter, örneğin şeker pancarının her biri 2-3 kilo çekerdi. Harmanlarda saman balyalarının istiflendiği yerler uzaktan tepecikleri andırırdı.

★★★

Her şey çocuklar gibi saf ve temizdi. Doğa kirlenmemiş, tohumların genetiğine el sürülmemişti. Örneğin, köyün karşı mahallesinde fırına ekmek atıldığında, yaklaşık 700-800 metre ötedeki bizim mahalleye mis gibi ekmek kokusu gelirdi.

★★★

Trakya çiftçisinin bu en güzel yıllarında tarımın yanı sıra hayvancılık da önemli bir gelir kaynağıydı. Örneğin Hacı dedemin ahırındaki büyükbaş hayvan sayısı 10’dan aşağı düşmezdi. Köyün iki mahallesindeki sığırları iki ayrı sığırtmaç güderdi. Günün ilk ışıklarıyla otlamaya götürülen 300 kadar hayvan, akşam ezanı sonrasında, boyunlarındaki -hâlâ kulağımda çınlayan- çanların sesleriyle ahırlarına dönerdi.
Dedem ayrıca köyün dışındaki ağılda, yaklaşık 300 koyun beslerdi...

★★★

Aradan yıllar geçti, önce hayvancılık sona erdi, ardından da tarımdaki bereketli, yüz güldüren yıllar...
Eskiden türkülerin söylendiği, şakalaşmalarda kahkahaların yükseldiği köy kahvelerinde yüzler gülmez, hatta veresiye içtikleri çayların borcunu ödeyemeyenler için semtinden bile geçilemez oldu...
Artık köylü ne ekerse eksin, para etmiyor. Hatta getiriler, bırakın kazanmayı, maliyeti bile karşılamaya yetmiyor, elde avuçta ne varsa götürüyor! Bu nedenle tarla sahiplerinin vaktiyle topraklarından fışkıran bereketi gururla anlatırken “Tahtayı eksen bir süre sonra ağaca dönüşür” dedikleri o yeryüzü cennetinde şimdi -sanki başka yer kalmamış gibi- yandaşların hak hukuk dinlemeden diktikleri rüzgar enerjisi santralleri (RES) yükseliyor. Korkunç uğultularla dönen pervaneler yüzünden göçmen kuşlar, Karadeniz’e uzanan oksijen koridorundan geçemiyor, kuşlar olmayınca doğanın dengesi zararlılar lehine değişiyor.
Hayvancılığın çoktan öldüğü yetmiyormuş gibi, ithal edilen hastalıklı hayvanlarla, insanlar ve doğa ölüme sürükleniyor.

★★★

Bu hazin olmaktan öte son derece vahim duruma son vermek için ülkeyi yönetenlerin “Zararın neresinden dönersek kârdır” diyerek bir an önce tarım ve hayvancılık politikalarındaki vahim yanlışlardan dönmeleri gerekiyor...

★★★

Ülkemizin saygın bilim insanlarından Prof.Dr. Tamer Dodurka, alınması gereken önlemleri de şöyle anlatıyor:
“Yurt dışından hayvan getirildiği müddetçe her an farklı hastalıkların ülkemize girme riski olduğunu unutmamalı, bu nedenle kendi hayvancılığımızı destekleyip, et ithalinden kesinlikle vaz geçmeliyiz...”

★★★

Ayrıca şu gerçeğin altını da önemle çiziyor:
“Şarbon ülkemizde nadir görülüyor olabilir ama tüberküloz ve bruselloz gibi hayvandan insana geçen hastalıklar adeta kol geziyor. İnsanlarda görülen bulaşıcı hastalıkların çoğunun hayvanlardan geçtiği ve yine gıda zehirlenmelerin çoğunun hayvansal ürünlerden kaynaklandığı göz önüne alındığında, koruyucu veteriner hekimlik hizmetlerine ne kadar ihtiyaç olduğu ortaya çıkıyor.
Son şarbon vakaları bize büyük uyarı olmalı. Çünkü iklim değişikliği nedeniyle milyonlarca insanı kısa sürede öldürebilecek özellikteki küresel bulaşıcı hastalıklar her an kapımızı çalabilir. Bunu önlemenin yolu, Sağlık Bakanlığı bütçesinde koruyucu hekimliğe ayrılan payları artırmaktan ve bakanlık bünyesinde “Veteriner Halk Sağlığı Teşkilatı’nın” oluşturulmasıyla veteriner hekimliği tekrar eski bağımsız ve güçlü yapısına kavuşturmaktan geçiyor...”

★★★

Nereden nereye!..
Kendi kendine yeten, topraklarından bereket fışkıran bir ülkeden, para verip hastalık ithal eden ülkeye!..
Yazık, çok yazık...

plusbanner2x