Bizim ilk gençlik yıllarımız bir milli kahramana hasretle geçti.
Nerede sabah yıldızı?..
İçimizden bir ses “O hiç doğmayacak” derdi.
Yirmi yaşımıza girdiğimiz zaman, artık hiçbir kimseye hiçbir şeye inanmıyorduk.
O hadiselerin ön plana attığı siyasiler bizi ya güldürüyor, ya tiksindiriyor, ya da sadece lakayt bırakıyordu!..

* * *

Tam bu sıralarda bir şair, bir aslan gibi homurdanmaya başladı. Ne diyordu? Diyordu ki; milleti aldattılar, hepsi bir “hanı yağma” nın (yağma sofrası) başına oturdular.
Acaba nice yıllardır hasretini çektiğimiz kahraman bu muydu?
Yapmacıklı bir sesle konuşmaya başlayınca, biraz evvelki aslan, yerini yavaş yavaş öfkeli bir papağana terk ediyordu.
Boğaziçi yalılarından, Anadolu yaylalarına kadar korkunç bir panik havası kaplıyordu.

* * *

Ama günün birinde, Çanakkale müdafaasının yankıları kulaklarımızı gelmeye başlayınca her şey değişiverdi.
Adını hiçbir gazetede, hiçbir tebliğde görmedik, okumadık. Fakat halk onun adını da biliyordu: Mustafa Kemal diyordu. Bir paşa mı? Bir miralay (albay) mı?
Böyle bir adama rütbe ne ilave edebilirdi?
Fakat ne yazık ki, tek bir söz söylenmiyor, tekbir satır yazılmıyordu.
İstanbul halkı, hiç değilse kendini kurtaranın bir resmini görmek istiyordu.
Heyhat, bir yıl geçmeden onun ismi bile unutuldu...

* * *

1919 yılı Mayıs sonu veya Haziran başında, bir Avrupa şehrinde başım eğik gözlerim yaşlı dolaşıyorum.
Gün geçmiyordu ki bir mağazada, bir lokantada Türk olduğum anlaşılınca acı bir istihza veya ağır bir hakaretle karşılaşmayayım.
İşte, o şehrin bu cehennem atmosferi içinde bir gün, yılgın ve çekingen dolaşırken, gözlerim, ansızın bir gazete satıcısının sergisinde, bir sürü gazete adı ve başlıkları arasında, iri harflerle dizilmiş şu satıra ulaşıverdi:
Bir Türk generali İtilaf Kuvvetleri”ne karşı yeniden harbe hazırlanıyor.”
Titreyerek gazeteyi aldım. Yürürken okuyorum: “Mustafa Kemal Paşa isminde bir Türk generali.”
O dakikadan itibaren artık büsbütün başka bir adamdım.
Kendi kendime: “Gideceğim, diyordum; onun bayrağı altına, onun bayrağı altına...” diyordum.
Bu bizim kaderimizdi ve işte, tâ orada, o baş döndürücü tepelerin ardında, yığın yığın kara bulutlar arasından, bir ışık, boralık bir denizde bir “mors” aydınlığı gibi bize işaret veriyor.
Batan geminin içinde son duasını mırıldanan kazazede gibi kendi, kendime durmadan onun adını tekrar ediyorum:
Mustafa Kemal, Mustafa Kemal, Mustafa Kemal...

* * *

O bizim duygularımızın ve düşüncelerimizin ifadesiydi.
Onu dinlerken, okurken, sanki kendi vicdanımızın sesini duyar gibi oluyorduk.
O diyordu ki:
Bu vaziyet karşısında bir tek karar vardır. O da milletin hâkimiyetine dayalı, kayıtsız şartsız bağımsız yeni bir Türk devleti kurmak...”
Biliyoruz ki, Türk Milleti susan ve derdinden ipucu vermeyen bir millettir. Mustafa Kemal, bu “Sfenks’in muammalı çehresini nasıl okuyabildi? Onun granitten gövdesine hangi yerinden hulûl etti (girdi)?
Ve onu nasıl, cins bir küheylan gibi harekete geçirdi?..
Hiçbir âlimin keşfedemeyeceği sır işte buradadır...”

* * *

Sevgili okurlarım,
Okuduğunuz satırlar, büyük yazar Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun “Atatürk, Biyografik Tahlil Denemesi” adlı kitabından, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin 26’ncı Genelkurmay Başkanı Emekli Orgeneral İlker Başbuğ tarafından alıntılandı.
İlker Paşa, bana yazdığı mektupta bunun nedenini şöyle anlatıyor:
İnsanlar için umudun ne kadar önemli olduğunu, Mustafa Kemal Atatürk’ün umutları tükenmiş bir milletten nasıl umut dolu bir millet yarattığını bir kere daha gördüm ve çok etkilendim...”

* * *

Değerli dostum Başbuğ çok haklı.
Ülkemizin tehlikelerle kuşatıldığı şu sıkıntılı süreçte nereye gitsem, kiminle konuşsam, toplumun en büyük ihtiyacının “umut” olduğunu görüyorum.
Onun içtenlikle kaleme aldığı mektubu, birlik ve bütünlük içinde yaşanacak umut dolu günler dileğiyle sizlerle paylaşıyorum...

plusbanner2x