Ulusal ekonomimizin “olmazsa olmazı” olan ulusal bankacılığın yabancı sermaye ile düştüğü olumsuz durumu ve ülke kalkınmasında ekonomimize ve reel sektöre yaptığı yararlı katkılarla çok önemle görev yapan kamu bankalarının etkisizleştirilerek siyasete bağlı kadrolara teslim edildiğini eleştiren mektuptan bir bölümü köşemize alarak ilgilileri uyarmak, okurlarımızı ayrıntıda bilgilendirmek istiyoruz:
“YERLİ VE MİLLİ OLMA ÖZELLİĞİ KALMAYAN BANKACILIK SİSTEMİYLE TÜRK EKONOMİSİNDE GERÇEKLEŞTİRİLEN CÂRİ AÇIKLI BÜYÜME, NEDEN TOPLUMSAL ZENGİNLİK SAĞLAYAMADI?
2000’li yılların başında ‘sat kurtul’ mantığına dayalı hızlanan özelleştirme sürecinde, Türk holding şrketleri sahipliğindeki özel sermayeli bankalarımız, birer birer yabancı sermaye ağırlıklı duruma gelirken, küresel sermayenin ele geçirdiği bankacılık sektöründe de millilik kalmadı. Bu arada yaşanan krizlerde toplum nasıl yanıltıldıysa ne ekonomistlerden ne de sektör temsilcilerinden buna doğru dürüst bir açıklama ve itiraz gelmedi.

Oysa, ekonomi ile ilgilenenlerce yakından takip edilen ABD Ekonomi Danışmanlar Konseyi Dönem Başkanı ve aynı zamanda Dünya Bankası eski Başkan Yardımcılarından Nobel Ödüllü Joseph E. Stiglitz’in, ‘KÜRESELLEŞME BÜYÜK HAYAL KIRIKLIĞI’ başlıklı kitabında yer alan; ‘bu kitabı yazdım çünkü, Dünya Bankası’nda çalışırken küreselleşmenin, gelişmekte olan ülkeler, özellikte bu ülkelerde yaşayan fakirler üzerindeki yıkıcı etkisini gözlerimle gördüm’ şeklinde âdeta biraz da günah çıkarır gibi uyarıcı bilgilerden ders çıkarılabilse idi, en azından 2001 yılından sonra bankacılık konusunda alınan kararların daha doğru olması sağlanır ve tüm gelişmiş ülkelerde olduğu gibi bankacılık sektöründe yabancı sermaye payının ağırlıklı duruma gelmesi de önlenebilirdi.

Stiglitz’in bir itiraf niteliğinde kitabında anlattığı gibi, gelişmekte olan ülkelerde dayatmacı IMF politikaları sonucu ortaya çıkan toplumsal zararları ve küresel krizlerin bu ülkelerdeki yıkıcı etkileri konusunda, yöneticilerimiz biraz bilgili ve biraz dikkatli olabilseydi, son dönemde ‘Özelleştirme’ adı altında ülkemizin tüm üreten tesislerini elden çıkarmaz, ekonominin finansmanında yabancı sermayeli bankaların yaşanacak ilk krizde önce reel sektörü dışlayacağı gibi bir gerçeği bilerek, tekrar tekrar aynı çukura düşmezdik.
Biz, Cumhuriyet kazanımı onlarca varlığımızı özelleştiriyoruz diye üretimi durdurup donuk gayrimenkuller hâline getirdikten sonra ulusal bankalarımızı da hiçbir gelişmiş ülkenin yapmadığını yaparak yabancı sermaye ağırlıklı bir duruma getirip, ülkemizde istihdam yaratmasını ve üretimi artırmasını beklediğimiz reel sektörümüzü de yönetimleri bile yabancılaşan bankaların ve vahşi küresel sermayenin insafına bıraktık.

Yabancı sermayenin ağırlıklı ve söz sahibi olduğu finans piyasalarında, faiz-kur sarmalında sıcak para döndürerek toplumsal zenginliğe ulaşan dünyada tek bir gelişmiş ülke var mı ki biz bunu defalarca deneyip yaşıyoruz. Sıcak para ve faize dayalı ekonomilerde olsa olsa sanal büyüme sağlanır zaten öyle de oldu. Daha çok iş, daha fazla gelir ve daha iyi bir yaşamla eş değer olan, daha da önemlisi gelecek nesillere barış içinde yaşanacak kalkınmış, medenî ve ekonomisi güçlü bir ülke bırakmak istiyorsak Cumhuriyetin ilk yıllarında olduğu gibi topyekûn eğitimi ve üretimi esas alan yeni bir ‘Millî Ekonomi Politikası’ uygulamak gerektiğini artık kabûl etmeliyiz.

Bakın, 2000’li yıllara geldiğimizde, Stiglitz’in yukarıda açıkladığı yaşanmış gerçekler gibi, çöküşü hızlandıran ve yanlış kararlar alınmasına yol açan ‘Fonlanabilir cari açık zararsızdır’ yanıltmaları ile ülkemiz içinden çıkılamaz bir borç batağına sürüklenirken, bu gerçeği göremeyen IMF ve Dünya Bankası tutkunu ve aynı ekolden yetişen Hazine ve Merkez Bankası yönetiminin ısrarcı tutumu ile ulusal bankacılıktan vazgeçilmiş, Cumhuriyetle birlikte ülke kalkınmasında yatırımları ve üretimi destekleyen kredi politikaları ile çok önemli görev üstlenen kamu bankaları da özellikle Halk Bankası, tu kaka ilan edilerek, yönetimi, akıllara ziyan bir anlayışla rekabet kuralları da göz ardı edilmek suretiyle bir özel sektöre, medya ve banka sahipliğine teslim edildi.

Oysa, Türk ekonomisi yıllardır dalgalarla boğuşarak düşe kalka ilerlerken şimdi, ekonominin motoru olarak tanımladığımız esnaf-sanatkarlar ve KOBİ’leri, bankacılığı bir zenginleşme aracı gibi gören kâr iştahlı bir yapının insafına terk ederek, yabancı sermaye ağırlıklı bir finans piyasasında, kalkınmayı sağlayacak ve ekonomide gerçek büyümeyi sağlayacak uygun kaynak bulmak için her gün yeni bir teşvik açıklasak da ulusal bankacılığın bulunmadığı bir yerde daha fazla devlet garantisi verseniz bile süreklilik sağlayamazsınız.

Bugün geç kalmış olsak da, gelişmekte olan tüm ekonomileri etkileyen küresel sermayenin verdiği zararları azaltacak ve bünyemize daha uygun, sanayi ve ticareti esas alan üretim tabanlı millî bir ekonomi politikası hazırlanması, bankacılık sektöründe sermaye yapısının yeniden düzenlenmesi, kamu bankalarının kuruluş amacı doğrultusunda tekrar fonksiyonel bankacılık yapacak bir yapıya döndürülmesi ve özerk yönetimlerle siyasetin gölgesinden de bankacılığımızın kurtarılması, düşünülmelidir.”