Zeytinyağı kaynağı zengin olan ama düşük tüketim miktarına sahip bir ülkede zeytinyağı satmak nasıl bir iş?

Türkiye zeytinin anavatanı bir ülke. Zeytinyağının doğduğu coğrafya diyebiliriz. Şu an Türkiye’deki zeytin ağacı sayısı dünyada ikinci sırada. Ancak verimsizlikten ötürü Türkiye’deki üretim miktarı, dünyada ikinci sırada yer alıyor. Zeytinyağı ile bu kadar iç içe olan bir coğrafyada, kişi başı yıllık tüketimin bir buçuk, iki litreler arası olduğu bir noktada, zeytinyağı hakkında tüketiciyi bilinçlendirmek bizim vaktimizin önemli bir kısmını alıyor. Ayrıca Türk zeytinyağını dış pazarlarda tanıtmalıyız. Çünkü ağaç sayımız dünyada ikinci sırada ama üretimde maalesef ikinci, sırada değiliz. Bunu aşmanın önemli bir yolu da dünya pazarlarında zeytinyağımızla markalaşmak. Bu da sürdürülebilir bir kaliteyi gerektiriyor. Sürdürülebilir bir kalite için de hem iç piyasada gerekli tüketim oranına ulaşmamız hem de dış piyasada markalaşmamız gerekiyor.

Komili markası olarak tüketici raflarına sürekli yeni ürünler koyup tüketicinin damak tadına farklı şekillerde, farklı yörelerimizin zeytinyağlarıyla hitap etmeye çalışıyoruz. Homeros’un İlayda’sına baktığınız zaman şöyle bir sözü var: Zeytin ağacı insanlıktan önce de dünya üzerindeydi, insanlıktan sonra da burada kalmaya devam edecek. Yani zeytinyağı için pahalı bir ürün demek bana biraz haksızlık gibi geliyor. Tüketicinin sağlığı için son derece faydalı bir ürün. Avrupa’da kişi başı tüketim 10-15 litrelerin üzerindeyken Türkiye’de 2 litrelere ancak ulaşıyor.

Burada tüketiciyi bilinçlendirmek, tüketiciyi zeytinyağı kullanımına sevk etmek bir yana, zeytinyağı sektörünün savaştığı bir diğer cephe de açık pazar. Yani vergilendirilmemiş, bakanlıkların gerekli izinleri vermediği yol kenarlarında ya da internet üzerinden barkodsuz biçimde satılan açık pazar. Bu gerçekten çok enteresan bir pazar. İnsanımız bir çiftçi figürü gördüğü her yerde onun temiz ve düzgün ürün yaptığına inanmaya çok meyilli. Geçenlerde Instagram’da rastladım; adamın bir tanesi barkodu ve herhangi bir kontrolü olmayan zeytin tenekesini göstererek demiş ki, “Biz 5 litre ürünümüzü tarttık 4.2 kg geliyor. Siz tüketicilerimiz hiç merak etmeyin, ağzına kadar dolduruyoruz”. Halbuki Türkiye’deki regülasyonlara göre 5 litre ürün 4 buçuk kg ile 4.6 kg arasında olmalı. Aslına bakarsanız tüketiciyi yanlış bilgilendiren bir açık pazardan bahsediyoruz. Bunun yanı sıra ol kenarlarında, pet şişelerde satılan, içerisinde gerçekten zeytinyağı olup olmadığını bilmediğimiz yağlar satılmakta.



Zeytinyağı tüketiminde bu kadar geride olmamızda hakim mutfak kültürümüzün ne kadar etkisi var?

Türk mutfak kültüründe zeytinyağlıların önemli bir yeri var. Komili 140 yaşında. Ve Türkiye’de ticaret siciline kayıtlı en eski 8. Türk markasıdır. Türkiye’yi tek bir mutfakla özdeşleştirmek de pek mümkün değil. Türkiye mutfak ve damak tadı anlamında son derece kozmopolit bir coğrafya. Mutfak yapımızın, damak tatlarımızın farklı olması zeytinyağı tüketmemize bir engel teşkil etmiyor. Zeytinyağı kullanımının düşük olması, tüketicimizin zeytinyağı konusunda yeterince bilinçli olmaması, zeytinyağını sadece yemeklerde başlangıç aracı olarak görüyor olmasından kaynaklanıyor. Biz bununla tamamen Türk mutfağı ile zeytinyağının iç içe geçtiği noktaya bir tarih boyutu ekleyerek, Türk mutfağı, Türk zeytinyağı ve mutfak tarihi ile alakalı bir üçgen yaratıyoruz. Türk mutfak kültüründe sıkı sıkıya yer alan bir ürün. Gelin görün ki zeytinyağının bu özelliği tüketicilerimiz tarafından çok iyi bilinmemekte ya da bizler tarafından çok iyi aktarılmamakta.

2018 çok parlak bir yıl değildi. Hem mahsul hem genel satışlarınız anlamında 2018’de sektörü nasıl değerlendiriyorsunuz?

Aslında biz hasat yıllarını 2017-2018, 2018-2019 sezonları olarak ele alıyoruz. Çok enteresan haberler barındıran bir 2017-2018 hasat yılını geride bıraktık. 2017-2018 hasat yılında Türkiye zeytinyağı sektöründe 265 bin tonluk bir rekor üretime ulaştı. Ve bununla birlikte dünya zeytinyağı üretim sıralamasında ilk üçlere yaklaştı. 2017-2018 sezonuna göre 2018-2019’da yüzde 30 düşüş bekliyoruz. Ekonomik açıdan hasadı ve zeytinyağını değerlendirmemiz gerekirse geride bıraktığımız hasat yılında iyi bazı haberlerimiz var. Bizim bir önceki sene 41 bin ton olan ihraç rakamımız 65 bin tonlara ulaştı. Ve Türkiye olarak 240 milyon dolarlık zeytinyağı ihracat hacmine ulaştık. Bizim zeytinyağını geçen yıl rekor seviyede üretmemiz, bununla birlikte kalitemizin de dünya standartlarında hatta daha üstünde olması, dünya ülkelerinin bizim zeytinyağımızı tercih etmesine sebep oldu. Japonya’da 2 milyon haneye ulaştık ve Japonya’da çok ciddi şekilde Türk zeytinyağını ve Türk bayrağını dalgalandırdık. Tekrar Türkiye’ye dönecek olursak geçtiğimiz sene 41 bin ile 65 bin ambalajlı tona yükselen ihracat bizim için sevindirici bir haber. Ancak bu haberin içinde daha da sevindirici başka bir haber var. O da şişeli ihracatlarımız 10 bin tonlardan 20 bin tonlara yani yüzde 100 artarak ilerledi ve önümüzdeki sezon da yine bu ambalajlı markalı ihracatlarımızın da daha çok artacağını ümit ediyoruz. Tabi burada çiftçilerimiz değinmeden geçemeyeceğim. Avrupa’da zeytinyağına destek 1 euro. Zeytine ise destek verimlilikle doğru orantılı olarak 20 cent bazında. Türkiye’de şu an bütçe görüşmelerimiz hala sürüyor. Ve Meclis’ten bu konu ile alakalı zeytin çiftçilerine güzel haberler bekliyoruz

Tüpraş, Cargill ve Nestle... Farklı şirketlerde çalışmak sizi nasıl besledi?

‘İş hayatında genç bir yönetici olmanın sırrı nedir Erman Bey?’ diye sordukları oluyor bazen genç arkadaşlarımızın. Ben kendi iş hayatıma bakında aslına bakarsanız bir konuda uzmanlaşmış olmak yerine bir şirketin ticari faaliyetlerini her noktadan görebilecek farklı perspektiflere sahip olmaya çalıştım. Tüpraş’da işin mutfağına girip dış ticaret ve iç ticarette işin evrakları ve işin nihayetlendirilmesi, operasyonel tarafını öğrenmeye gayret ettim. Cargill’e geçtiğimde tüccarlık yaptım. Orada daha sert, daha markasız bir ticareti, aldım sattık ticaretinin kurallarını öğrenmeye gayret ettim. Daha sonra benim markalı tarafım ve satın alma tarafım eksik dedim. Bununla ilgili de Nestle’de, global ve satın alma tarafında rol aldım. Baktığınızda tek bir iş tanımı ve o iş tanımında derinlemesine gitmek yerine bir şirketin ticari faaliyetlerinin tümünü görebileceğim, farklı organizasyonel yapılar görebileceğim bir yol tercih ettim. Çünkü Tüpraş, Koç Holding daha dikey hiyerarşinin hakim olduğu bir geleneksel Türk şirketi diyebiliriz. Cargill bir Amerikan şirketi ve orada da tam tersi yatay hiyerarşi var. Nestle ise tamamen matriks yapıda bir şirket. Ben bu haritayı kendime çizerken ne yönlerden ne yönlerden eksik olduğumu ve ne yönlerden kendimi geliştirmem gerektiğini iyi tespit ederek bir takım seçimleri yaptığıma inanıyorum. Bugün bulunduğum noktada markalı satışın, pazarlamanın ve bazı farklı disiplinlerin de yönetiminde yer almaktayım. Ve önceki şirketlerimdeki bu keskin geçişler bana şu anda yaptığım işi 360 derece görme, farklı boyutları ile ele alabilme yetkinliği kazandırıyor. Tabi bu benim kendi kariyer tercihim ile alakalı bir durum.

Erol sozcu.com.tr Ekonomi Şefi Can Mumay'ın sorularını yanıtladı.


Türkiye’de yöneticilik bir iş olarak algılanmıyor. Özellikle beyaz yakalı anlamada yöneticilik biraz daha insanlara hükmedebilme yetisi olarak algılanmakta. Oysa yöneticilik bir işe farklı perspektiflerden bakabilme ve bununla ilgili kaynakları doğru sevk edebilmek ile alakalı. Burada birlikte çalıştığım iş arkadaşlarımın tecrübesine güvenmeliyim. Onlar da benim yaptığım profesyonel işe aynı şekilde güvenip doğru bir şekilde sevk ettiğime inanmaları gerekiyor. Ve bu şekildeki bir çalışma ortamında sinerji yakalanıyor. Dediğim gibi ben ne istediğimi bildiğimi düşünüyordum ve kariyerimde bununla alakalı keskin de görünse kendimi geliştirmeye yönelik olduğuna inandığım değişiklikler yaptım.

Kendi gözleminizle şirketlerde yatay hiyerarşi ve dikey hiyerarşi arasındaki farklar neler?

Bu organizasyonel yapıların bir doğrusu yer almamakta. Yatay çok doğrudur ya da dikey çok doğrudur ya da en doğrusu ikisinin karşımı olan matriks dediğimiz yapı doğrudur demek çok doğru değil. Dikey hiyerarşinin en büyük özelliği, bir işin pek çok kontrol kademesinden geçerek nihayetlendirilmesi. O yüzden eğer yaptığınız iş çok kontrol gerektiriyorsa dikey hiyerarşi bu anlamda bir sigorta olabiliyor. Ancak eğer siz çalışan birey olarak özgürlüğünüze düşkün kendi fikirlerinizi hayata ve bunları doğrusu ve yanlışıyla kendi başınıza yaşama noktasında hayalleri ve idealleri olan bir çalışansanız, dikey hiyerarşilerde zorlanma ihtimalini daha yüksek oluyor.

Çünkü üstünüzde ikna etmeniz gereken pek çok kademe ve insanların zihninde aşmanız gereken pek çok engel olabiliyor. Yatay hiyerarşiler bu bakımdan insanların kendini gerçekleştirme, girişimcilik ruhlarını tatmin edebilme adına daha kolay yol alınabilen organizasyonel kültürler. Öte yandan yatay hiyerarşinin de şöyle bir negatif yönü var. Orada da işinizi gerçekten sevmeli, gerçekten saygı duymalı ve gerçekten sahiplenmelisiniz. Çünkü dikey hiyerarşideki kontrollerin aksiye yatay hiyerarşideki kontrol çalışanın kendisi. Buda çalışanın işine daha iyi sahip çıkmasını ve bazen kendine ayırdığı zamandan çalarak işine odaklanmasını gerektiriyor. Dediğim gibi yatay hiyerarşi ile dikey hiyerarşiyi birbiriyle karşılaştırsam ikisinin de artıları eksileri olduğunu görüyorum. Ancak bu tamamen işin ihtiyacı, çalışan kişilerin ihtiyacı ile alakalı olan farklılıklardan ibaret.

Şu an iş görüşmelerine gelen arkadaşlarımın farklı bir kuşak olduğu da doğru ve onlarda bu doğru iş görüşmesi parametrelerine ne tür uygunsuzluklar gözlemliyorum isterseniz bundan bahsedeyim. Bana kalırsa doğru bir iş görüşmesinde her şeyden önce gelen kişinin şirketi ve pozisyonu iyice araştırmış ve iyice öğrenmiş ve kendine uygunluğunu iyice tartmış olması gerekiyor. Çünkü iş görüşmesinde biz genelde hangi okuldan mezun olduğunu ya da kariyerinin ilk başlarındaysa yaptığı projelerle çok ilgilenmiyoruz. Aksine eğer bir iş tecrübesi yoksa karakterinin hangi özellikleri ile bu işe uygun olduğunu, yani aslında bana ne katabileceğini anlatabiliyor olması lazım.

Eğer bir tecrübesi varsa da yine o tecrübesinden ve karakter özelliklerinden yola çıkarak görüşme esnasında benim ne aradığımı benden iyi ve benden önce bana ifade etmesi ve onunla çalışmaya karar verirsem bana ne katacağını, günlük hayatımda neyi kolaylaştıracağını ya da şirketin dip sonucunda bize ne getireceğini açık ifade etmesi gerekiyor. Şu anki kuşakta benim sık gözlemlediğim bir durum ise; genelde biz biraz daha istemeye, tüketmeye yönelmişiz. Ben bunu gözlemliyorum. Genç arkadaşlar bir plan talebiyle geliyorlar. Ama bu plana ne gibi katkıları olacağını söylemeyi atlıyorlar. Haliyle o noktada benim gözümde sadece, henüz benimle çalışmaya başlamamış, talep eden bir iş arkadaşı adayı olmaktan öte geçemiyorlar. ‘Kaç para alacağım, ne kadar saat çalışacağım’ sorularını sormaları doğru. Ama arkadaşlarımız bana daha ziyade ‘ben şu kadar TL maaş istiyorum’ diye geliyorlar. Aslına bakarsanız ne istediğini bilmek yine çok güzel bir şey ama bunun karşılığında ‘Ben senden bu kadar para istiyorum karşılığında da bunu vereceğimin cevabını vermiyorlar. Bu örneğin üzerinden gittiğimiz arkadaşa ben şu soruyu sordum: Bizim şirketimizin hangi markaları ve ya da kaç senesinde kuruldu? Gelmeden önce internetten şirketin sayfasını açıp bakmamış mesela. Ya da markaların yaptıklarını hiç araştırmamış ve işe talip. Başında da dediğim gibi benim bu genç yaşta yönetici pozisyonunda olmamın en önemli sağlayıcılarında biri kariyerimin başında bir şekilde ne istediğimi, tarif ediyor ve onu belirli dönemeçlerde revize ederek o hedefe doğru gidiyor olmam. Ama bunun yanı sıra ne istediğini bilirken, ne verebileceğini de iyi biliyor, iyi tahlil ediyor ve karşı tarafa iyi anlatıyor olman gerekiyor.

En tolere edemediğiniz hata tipi nedir?

Kariyerimde ilerlerken önümdeki en önemli engellerden bir tanesi de kendim oldum. Çünkü genç olmamdan kaynaklı içimde hep yüksek bir enerji, son derece sonuç odaklılık ve özellikle iş anlamında hata ile alakalı toleransımın şimdiye kıyasla daha düşük olması gibi gelişme açık yönlerim yer alıyordu. Çalışan arkadaşlarımdan bir tanesi hata yaptığında açık söylemem gerekirse ticaretin içinden geldiğimiz için bir her zaman şunun farkındayız. Doğru ve yanlış ile kâr ve zarar birbirinin kardeşidir. Eğer yapılan hatadan bir ders çıkarılıyorsa ki bu ders sadece bir kişiye ait olmamalı, bu dersi ben de çıkarıyor olmalıyım. O yüzden durumu analiz ederek tanımlamaya ve karşı tarafa anlatmaya gayret ediyorum. Çünkü kimse eleştirilmeyi sevmez. Hata bilinçli yapılmadıysa hata yanlışlıkla yapıldıysa kimse eleştirilmeyi sevmez. Özellikle bizim kültürümüzde eleştiri küfür gibi algılanan bir durumdur.

Bu yüzden eleştiriyi verirken değerlendirmeden uzaklaşıp genelde olayları ve durumu tarif ederek başlamaya gayret ediyorum. Sonrasında ise benim ya da şirketin neye ihtiyaç duyduğumuzu net olarak anlatıyorum. Ve karşı taraftan ne istediğimi ne beklediğimi anlatıyorum. Genelde de hata kasıtlı yapılmadıysa en kötü ihtimalle asgari müşterekte buluşuyoruz ve hatanın bir daha tekrarlanmaması için elimden geleni yapıyorum. Onun dışında bilinçli yapılan hatalarla şimdiye kadar karşılaşmadım. Öyle bir durumla karşılaşırsam da şirketin genel kuralları çerçevesinde gerekli reaksiyonu gösteririm siye düşünüyorum.