Türkiye Toplum Hizmetleri Vakfı’nın (TOVAK) bünyesinde yer alan ve başkanlığını yaptığım Uygarlık Ahlakı ve İnanç Araştırmaları Enstitüsü (UYAK) olarak, Marmaris-Turunç’ta; değerli akademisyenlerimiz,  Prof. Dr. Ali Osman Gündoğan, Prof. Dr. Şaban Ali Düzgün, Prof. Dr. Hakan Poyraz ve seçkin bir müzakereci grupla; üç gün boyunca, din-bilim, din-felsefe, din-siyaset ve din-uygarlık üzerine bir çalıştay yaptık. Çıkan sonuçları kamuoyunun dikkatine sunuyorum:

- Türkiye’de özellikle son 20 yıldan beri siyaset ile din ilişkisi söz konusu olduğunda; İslami söylem ve hareketler, bir hakikat arayışı ve ferdi varlığımızda kemale erme tecrübesi olmaktan çok, bir kimlik ihtiyacının sonucu olarak ortaya çıkmıştır; bunun, İslam’ın esprisi ile örtüşmesi mümkün değildir. Bu kimlikler; bazen etnik, bazen mezhepsel, bazen ideolojiktir; her biri bölücüdür ve parçalayıcıdır.

- Türkiye ve genel olarak İslam dünyasının gelişmesinin önündeki en büyük engel, doğruyu söyleme konusunda karşılaşılan ve insanı ontolojik olarak tehdit eden otorite biçimleridir. Bir din/inanç/ideoloji kendi iç dinamizmini, kendisine karşı geliştirilen eleştirilere açık olmak ve eleştirenleri garanti altına almak suretiyle geliştirebilir. Bu da, sözü ve sözün sahibini garanti altına almakla mümkündür. Doğru, başka türlü dile getirilemez. Otorite kullanacak mekanizmalardan insanın korunması gerekir. Hak ve özgürlükler çerçevesi, insanı, bu otoritelerden koruma refleksiyle yaratılmıştır. Bu otorite bazen din, bazen devlet eliyledir.

- Her kültürün kurucu kavramları vardır. Bu kurucu kavramlar medeniyete de karakterini verir. Kültür değiştirmek din değiştirmekten daha zordur. Dolayısıyla dindeki hayati kavramların kültür ırmağına sokulması gerekir.

- Kolektif hareket edebilme refleksini geliştirmenin yolu, kültürel doku üzerinden ortak alanı yaratacak kavramlar ve düşünceler üretmektir. Dini olarak görülen kavramların seküler dünyada yeniden inşa edilmesi gerekir. Örneğin; “takva” kavramının, erk sahibi herkesin hesapverirlik formuna kavuşturulması, “rıza” dediğimizde, kimsenin tahakküm etmediği bir toplum şekline dönüştürülmesi, gibi.

- Devasa sorunlarla karşı karşıyayız. Bu sorunları, çağın ruhuna uygun bir biçimde bilgi temelli olarak çözemezsek, korumaya çalıştığımız zemin de çöker. Gelecek biz görmek istemesek de, teknolojisiyle, bilimiyle çok güçlü bir şekilde üstümüze geliyor. Güçlü kültürleri reddederek değil, ancak aşarak bir kültür hayatiyetini koruyabilir. İslam’ın, Yahudiliği ve Hıristiyanlığı tanıması ve aşması gibi. Bu, her ilişkide gerekli bir düşünme formudur; diğer türlü ya işgal ya teslimiyet olur.

- İslam’ın göç ettiği/yayıldığı topraklarda, farklı kültür dokularıyla etkileşimi, bir mayalanma yaratmaktı, bu güçlü bir kavrayışı sağladı; bundan dolayıdır ki Semerkant, Buhara, Bağdat, Erbil gibi farklı kültür ortamlarının İslam anlayışlarından bahsediyoruz. Mesele şu: İslam hiçbir coğrafyada, göç ettiği formda sabit kalmamıştır.

- Din dilinin/kutsal metinlerin tarihsel olarak evrime/tekâmüle uğradığı; somuttan soyuta, hakikatten mecaza doğru geliştiği, insanların anlayışı ve ufuklarıyla paralellik gösteren bir boyuta kaydığı bir gerçeklik. Tevrat’ın ve Kur’an’ın dilini analiz ettiğimizde bunu görüyoruz. Adalet teriminin kriminal/ceza adaletten, etik adalete evrildiği gibi.

- Hakikat kendini farklı biçimlerde gösterebilir. Hakikat tekelciliği yapmak konuşmayı/tartışmayı önler ve şiddeti tetikler. Bunun için müzakere ve eleştirel düşünce, hakikati ortaya çıkarmanın yolu olarak görülmelidir.

- Değerler, bizim dünyaya değmemize imkan veren, koruyucu hava yastıklarımızdır. İnsanın dünyayı yeniden inşa edeceği değerleri insanla buluşturmak, kültürlerin de dinlerin de ideolojilerin de birincil önceliği olmalıdır.

- Değerlerin birer koruyucu mekanizma olarak iş görmesi, onların geliştirilmesine imkan verilmesine ve değerlerin taşıyıcısı olarak bireylerin bireyi ezecek otorite merkezlerinden korunmasına bağlıdır.

- Sürekli din üzerine konuşan ama bir şey söylemeyen bir toplum haline geldik. Din üzerine gevezelik yapan, inanma biçimini meşrulaştıracak tarzda konuşan ve bundan dolayı da hakikatle ilişkisini koparan bir toplum olduk. Neye inanıldığı önemli olmakla birlikte ona nasıl inanıldığı daha da önemlidir. Bunun üzerinde hiç durulmaması, inancımızın dogmatik olmaktan öteye geçemediğini, fanatizmin de buradan beslendiğini görüyoruz. Sakat bir inanma biçimimiz var ve bu inanma biçimi de her türlü saçmalamaya imkan veriyor.

- Artık dünya ve başkaları ile aramızda doğan boşluğu din ile değil; ahlak, bilim, felsefe, sanat ile doldurmamız ve bunları konuşmamız gerekiyor.