Küreselleşme ve onun en önemli araçlarından biri haline gelen sosyal medya “herkese benze(t)me” anlayışını dayatıyor. Elbette pek çok yönden birbirimize benziyoruz, fakat kendimize ait özelliklerimizi açığa çıkarmamız ve bunları dikkate almamız kendi oluş biçimimizi gerçekleştirir. Diğer türlü bir sürünün parçası ya da kalabalıklardan biri olmak kaçınılmazdır. Aslında her insan biriciktir. Bu biricikliğini fark edip dünyasını bunun üzerine oluşturması gerekir. O zaman tek düzelikten kurtulur ve bir “dünya” olur. Kendilik ve bunun farkındalığı insanda özsaygı ve özgüveni birlikte getirir.

İNSAN ALLAH’IN ÖĞRENCİSİDİR

İnsanın kendi dünyasını oluştururken soracağı temel sorudur, “Ben kimim?” sorusu. Dinlerin de felsefenin de temele aldığı soru budur. Biyolojik yapısı üzerinden insanı tanımlarsak, insanın fiziksel özelliklerini ortaya koymuş oluruz. Bilim bu manada insanın pek çok yönüyle uğraşmaktadır. İnsanın biyolojik fiziki yapısı diğer varlıklardan farklı da değildir... Bütün bunların üstünde insanı insan yapan özelliğin ne olduğunu sorgulamak gerekir ki; bu da “anlam merkezli” bir varlık olmasıdır. Ya öyle olmasaydı, birbiriyle tıpatıp aynı, robotlara dönüşmüş insanlardan müteşekkil bir hayat kim bilir ne kadar anlamsız olurdu! İnsanın “yaratılmışların en şereflisi” oluşu, “ahsen-i takvim” yani en güzel surette yaratılışı, “halife varlık oluşu” ve varlık içerisindeki müstesna yeri “Ben kimim?” sorusuna Kur’an-ı Kerim’den gelen cevaplardır. Yine Kur’an’ın ifadesiyle “esmanın/isimlerin insana öğretilmesi” onu bütün varlığın üstüne çıkarmıştır. Kuşkusuz insana öğretilen bilginin kaynağı Allah’tır. İnsan, Allah’ın öğrencisidir. Değeri de buradan gelmektedir; bilginin kutsiyeti de... İşte bunu fark edebildiği kadar insan “insan”dır.

EMREDEN NEFSİN SONU HÜSRAN

Beşeri “insan” düzeyine çıkartmayan nefisten bahseder Kur’an’ı Kerim. Kapitalizm ve benzer sistemler insanın bu yönüne hizmet etmekte, “ben” merkezli bir yaşamı destekleyici her imkânı önüne sunmaktadır. Modern insana dayatılan ekonomi, ihtiyaçların sınırsızlığından bahseder. Dikte edilen bu anlayış aşırı tüketimi de beraberinde getirir. Ama insan yine tatminsizdir, yine mutsuzdur. Ne yazık ki harcamanın ve tüketmenin sonunun olamayacağını görmekte zorlanır. Ahlaki öğretiler, insanın ahlaki anlamda yükseliş merhalelerinden bahseder. Nefsin yolculuğu da diyebileceğimiz bu merhalelerde, aynı seviyede kalışlar da olabilir,bir sonrakine ulaşmak için seyr-ü süluk (manevi yolculuk) içinde yükselişler de... Kur’an zemininde bu yolculuğun başlangıç noktası nefs-i emmaredir; Bu nefsin istekleri ve arzuları doğrultusunda hareket etmektir.

Terbiye edilmemiş nefs, ehlileştirilmemiş-hayvani nefstir. Lakin sonu hüsrandır. Nerede, nasıl duracağını bilmez. Bir sonraki aşama ya da daha üst katmanlara geçmek, insanın “anlam dünyası” ile yürümeye başlaması demektir. Burada el ele olduğu kişi Rab’bidir

BÜYÜK TECELLİGÂH

Diğer taraftan her birimiz ötekilerle birlikte bir anlam ve değer dünyası içinde var olmaktayız. O biriciklerin dünyasının yaşamına, en az kendimize istediğimiz hassasiyeti göstermedikçe birlikte var olmamız mümkün değildir. Hz. Mevlana’nın ifadesiyle “dil tecelligâhı ekberest” tir. Yani “en büyük tecelligâh gönüldür.” “Bir kez gönül yıktın ise, kıldığın namaz değil” diyen Yunus’umuz, nasıl bir gönül insanı olmamız gerektiğini söyler. Birilerinin gönlünü yaparken diğerlerini perişan etmek, ezip geçmek, onları yok saymak da değildir gönül ehli olmak. Gönül yolculuğu (buna mana yolculuğu da diyebiliriz) eline, diline, beline hâkim olmakla başlar, adalet ve hakkaniyet üzerine bir yaşam oluşturmakla sürer.