Yüzlerce siyasetçi, fikir adamı, aydın, sanatkâr ismi sayabilirsiniz; lakin ortaya koyduğu eserlerle tarihi, yaşadıkları toplumu değiştirmiş isimler yok denecek kadar azdır yani her kültürde üçü beşi geçmez. Eski Yunan’dan itibaren taş çatlasa birkaç on temel isimden bahsedilebilir. Fikir tarihi de, siyaset tarihi de, bilim tarihi de, sanat tarihi de bu noktada at başı gider.

DEVLERİN OMUZLARINDA

Medeniyetlere zemin oluşturan büyük düşünceler, siyasetin arkasında filizlenmez; iktidara methiyeler düzerek, makam sahiplerine yaslanarak, gelecek beklentileri içinde hiç çıkmaz. Düşünce yolculuğu çilelidir, fedakârlık ister hatta bedel ödetir; ama ödülü büyüktür, diline, dinine, cinsine, ırkına bakmaz ve sahibini ölümsüz kılar. Bakın Sokrates’e, Platon’a, Aristoteles’e; Kopernik’e, Galile’ye, Luther’e; İskender’e, Fatih’e, Atatürk’e, Gandi’ye; Bacon’a, Descartes’a, Spinoza’ya, Rousseau’ya, Kant’a, Hegel’e, Marks’a; Mevlana’ya, İbn-i Sina’ya, Farabi’ye; El-Maarri’ye Firdevsi’ye, Hayyam’a, Mimar Sinan’a, Dante’ye, Shakespeare’e, Da Vinci’ye… Düşüncede, bilimde, sanatta, siyasette onları ve benzerlerini anmadan konuşmak mümkün müdür?

KRİZİN ADINI KOYMAK

Bir kişinin fikirleri dolayısıyla tartışılan bir şahsiyet haline gelmesi, muhakkak surette yeni şeyler söylüyor anlamına gelir. Çünkü alışılagelmiş olanı ifade eden pek tartışma konusu yapılmaz. Düşünce alışkanlıklarımızı alt üst etmeden yeni fikirler elde etmek mümkün değildir. Ortaya çıkacak yeni fikirlerin doğru ya da yanlışlığından ziyade, zihni yeni fikirlere götürecek olan düşünme biçiminin yaratıcılığı ve cesaretidir. Hakikat aşkı bu yaratıcılık ve cesaretle tatmin olur. Bu aynı zamanda kendini aşmadır. Dücane Cündioğlu, ülkemizin böyle bir değeridir.

Fucault’nun, Antik Yunan ve Roma’dan aktararak sözünü ettiği parrhesia (ne boş boğazlıktır ne de belagat) her riski göze alarak hakikati söylemekten kaçınmamaktır; bu, kişinin hem ödevidir, hem hakikate olan borcudur. Doğruyu söylemenin bedeli dokuz köyden kovulmak olmamalıdır.

MAHALLESİNİN SINIRLARINI AŞAN İSİM

Peki, kim bu Cündioğlu? İngilizce, Almanca, Fransızca gibi dillerin yanı sıra, doğu literatürünü oluşturan Arapça ve Farsça; Batı kanonunu oluşturan Latince ve Yunanca gibi kaynak dillere de hâkim. İyi bir felsefe ve sanat tarihi okuyucusu ve yorumcusu, aynı zamanda eleştirmen. Bir Kur’an Şairi (Mehmet Akif), Bir Mabed Bekçisi (Cemil Meriç), Türkçe Kur’an ve Cumhuriyet İdeolojisi, Kur’an’ı Anlamanın Anlamı (Tefsir Usulü), Anlamın Tarihi (Tefsir Tarihi) gibi kitapların yazarı. Dünya tarihini, çağların bağlamı içinde okuyabilen ve entelektüel retoriği içerisinde farklı ideolojileri kıyaslayabilen bir düşünür. Hepsinden öte ideolojilerin üstüne çıkabilen bir isim. Birebir yaptığım sohbetlere dayanarak söyleyeyim; geçmişin muhasebesini yaparken dini-siyasi-toplumsal boyutlarıyla kendisini de eleştirmekten çekinmeyen bir kişilik. İnsanların özgürlük ideallerinin farkında olan, şimdiye ve yarınlara sözü olan bir aydın.

Elbette Cündioğlu da eleştirilmez değildir, ancak hakkını teslim etmek gerekir. Bunları düşününce aklıma şöyle bir soru geliyor: Kapalı dünya görüşleri büsbütün ortada olanların böyle bir isme karşı beğeni kesp etmesi, çok daha önemlisi ona hoşgörüyle bakması ne derece mümkün? Tüm amaçları sadece İslam’ın siyasi-ideolojik bir yorumuna meşruiyet zemini bina etmeye dönüşmüş zihniyet içinde, farklı okumalar, disiplinler arası kıyaslar, felsefi ve sanat tarihine dair eleştiriler kendisine yer bulamıyor. Demem o ki Cündioğlu bütünlüklü bir fotoğraf çekiyor; İslamcı zihniyetin altında yatan hâlâ kaba saba taşralılığı, bir şehirleşememe, bir orta sınıflaşamama halini masaya yatırıyor. Hele hele “İslam dünyası İslamlaştırılıyor” sözü son derece manidar ve üzerinde önemle durulması gereken bir tespit. Bu konunun erbabınca enikonu tartışılması gerekiyor.