Ünlü Fransız tarihçi Jacques Le Goff “Orta Çağ’da Entelektüeller” adlı kitabında, entelektüeli kısaca şöyle tanımlar: “...yalnızca bilgili bir insan olmadığını vurgulamak gerekmektedir. Bu gerekli koşuldur, ama yeterli değildir. Entelektüelin ortaya çıkabilmesi için, bazı insanların bilgilerini aktarmalarının (yazarak, öğreterek, konuşarak, oynayarak, çalarak) karşılığında geçimlerini sağlayabilmeleri ve resmen görevli olmadıkları halde, düşüncelerini, bedelini ödemeye razı olarak açıklamaları gerekir.”

Bizde zihnini-fikrini satan da bedelini ödeyen de mevcut. Satanlar bir yana, Cumhuriyetin başından beri, hatta 19. asrın Osmanlısını da katacak olursak, son iki yüz yıldır bedel ödeyen isimler az değil. Akla ilk gelenler, Namık Kemal, Ziya Gökalp, Mehmet Akif, Yusuf Akçura, Ali Reşat, Hüseyin Cahit, Muallim Naci, Sabahattin Ali, Tevfik Fikret, Nazım Hikmet, Cemil Meriç, Nurettin Topçu, Niyazi Berkes ve niceleri. Dahası, birkaç asır öncesine inecek olursak, Piri Reis (ö.1553), Katip Çelebi (ö.1657), Evliya Çelebi (ö.1682), Dimitri Kantemiroğlu (ö.1723), İbrahim Müteferrika (ö.1745), Ahmet Cevdet Paşa (ö.1895) gibi bilginler, imparatorluk tarihimizi, yazıya aktardıkları birikimleriyle tezyin ettiler. Buradan yola çıkarak ve altını çizerek söylüyorum, adını tarihe entelektüel olarak yazdıran kişi, birikimini koşulsuz aktaran kişidir. Başka bir deyişle, geçtiğimiz hafta da belirttiğim üzere, asırlara ve nesillere seslenmenin bedeli, birikimi ve tecrübeyi, eskilerin tabiriyle garazsız ivazsız (açık açık) paylaşmaktır.

FİKİR ADAMLARI VE LAF CAMBAZLARI

Aristo, siyaset öğretisinde, kişilerin değil, hukuk devletinin ve yasanın üstünlüğünü savunur. Burada kendisinden farklı düşünmüyorum. Muhakeme, ister hukuk ister entelektüel sahada olsun şahısların üzerindedir; bireylerin ulaşamayacağı soyut bir adalet ülküsüne dayanır. Bu ülkü asla sarsılmamalıdır. Entelektüel de bu muhakeme sahasının dışında olamaz. Olmamalıdır. Aklın mihengi estetik, etik, denge ve düzendir. Klasik dünyanın felsefe öğretisi bu kavramlara dayanır; bu noktada da klasik dünyaya yakınım, düşünürü böyle değerlendiriyorum. Yani, düşünür, ancak bu kıstaslar içinde ciddi bir fikir insanı olarak addedilebilir. Dışında kalanlarsa, eski Grek sofistlerine benzerler, laf cambazıdırlar, fikirlerinin namusu yoktur, gücün-iktidarın-efendilerinin sözcülüğünü yaparlar, dönemlerinin çıkar savaşlarında taraf olmaktan öteye gidemezler. Bu tarafgirlik onların muhakeme melekelerine de gölge düşürür. Haliyle entelektüel yaratamamalarının altında yatan temel neden budur. Bu hem evrensel manada üniversite için böyledir, hem felsefe, hem edebiyat, hem medya, hem de siyaset için böyledir. Bizim muhafazakâr mahallenin gözden kaçırdığı nokta bu.

Unutmayın ki, güç yozlaştırır, mutlak güç mutlak yozlaştırır.

İSLAMCILIK YOZLAŞMAYA ENGEL DEĞİLMİŞ

Fikrin omurgası olmayınca; demem o ki, açık bilgiyle desteklenmedikçe, kendisini siyasetten ve çıkar kavgasından koparamayan (henüz hür düşünceye erişememiş) ideologların ürünü ancak yozlaşma olacaktır; buna da İslam diyemeyecekleri için, düşünce sahasına İslamcılık olarak servis edilecektir, günün ideolojisi ve geçer akçesidir. Açıkça söylüyorum, bu sahanın düşünürleri bugün bin yıl öncesinin Abbasi entelektüelinin seviyesinde dahi değildir. Açın klasik kaynakları okuyun; İbn Mukaffa (ö. 759), Harezmi (ö. 850), Câhiz (ö. 868), Huneyn b. İshak (ö. 873) bu tartışmamın en güzel örnekleridir. İslamcıların komplo teorilerinden kendilerini alamamalarının nedeni bu engin gelenekten kopuştur. Vaktiyle Avrupa’yı bin yıllık gaflet uykusundan uyandıran bu isimler, münevver olmanın ahlakını, erdemini, yükünü omuzlarında taşıdılar. Gerektiğinde bedel ödediler. Keşke bunu fark etselerdi.