Dil, düşüncelerimizin ve tahayyül sınırlarımızın belirleyicisidir. Lisanın birikimi, onu konuşanların da birikimi; dolayısıyla dili kullanış biçimi, onu ifade tarzı, yani üslup, sadece bizi tanımlamıyor, aynı zamanda dinleyici üzerinde de bir intiba bırakıyor. Konuşan dinleyen, yazan da okuyan tarafından hissediliyor, anlaşılıyor, öğreniliyor, dahası eleştiriliyor. Eleştiri dünyanın kaçınılmazı artık. Öte yandan, yaşamın, toplumsal ilişkilerin insanın sırtına yüklediği sorumluluklar kadar dil de bilincimizi, algımızı, düşünce şeklimizi, hatta ideolojimizi belirliyor; söylemdeki herhangi türden bir hakimiyet kurma, otorite-çıkar gütme, ast-üst ilişkisi kurma, kısacası hiyerarşi yaratma ve denetleme çabaları, sıradan insanların dahi gözünden kaçmayan baskın ve hegemonik bir olgudur. Bunu damarlarımıza kadar hissediyoruz, öyle ki dil, nefreti normalleştirme, bir kanıksatma aracına dönüşüveriyor.

ÖTEKİ YA DA BENDEN OLMAYAN

Hakim düşüncede, toplumu ayrıştırmak ve insanı insana düşman etmek için ‘ötekileştirme’ tam da bir ‘düşman yaratma’ alanı. Nice‘öteki’ler var şimdilerde; tanımlayamadığımız, bilmediğimiz, tekinsiz gördüğümüz, etiketleyemediğimiz, yaftalayamadığımız, sınırlarını belirleyemediğimiz her şey bizler için bir başkası, bir ‘öteki’, bir ‘düşman’; ne ki, bir kadın olarak, erkek egemen zihniyetin, kadınlarımızı ‘erkek’leştirdiği, kısacası tanımladığı ve kendi anlayışı dışında kalanları da bir kez daha, yine bir öteki olarak tanımladığı bir cinsiyetçilik içinde yaşadığımızı görmek tarifsiz bir acı veriyor. Artık özgürlükleri ve doğuştan gelen hakları konuşma zamanı, geç bile kaldık.

DÜNYA VE TAHLİL

Tanımlamalar, dili, diyalogları, tartışmaları ve kıyasları inşa ediş sürecinde belirleyici bir sınır çizme faaliyeti; neden bahsettiğimizi tanımlayamıyorsak konuşamayız da. Aristoteles’in koskoca Organon’u (ki ‘yöntem’ demektir) dillendirmesinin nedeni bu faaliyet alanını, yirmi dört asır önceden büsbütün belirlemek, temellerini atmaktır. Özeti ise, belki kabaca olacak ama dilin, her şeyden önce bir mutabakat olduğudur. Diğer yandan tanımlama faaliyeti kişinin yaşamı, seçimleri, seçimsizlikleri, düşünceleri, cinsiyeti, kısacası onu o yapan şeyler üzerindense buna ötekileştirme diyorum. Çünkü düşünceyi düşünmek bir şey, kişileri düşünmek başka bir şey. Bu tip bir tanımlamanın toplumsal düzeye çıktığı vaziyete ise Türkiye’nin bugünkü hali diyorum.

YENİ EDEBİYAT VE YAZARLARI

Eldeki durumu idrak etmek için öyle derin bir söylem analiz birikimine ya da edebi eleştiriye hiç mi hiç ihtiyaç yok. Her şey ortada; ejderha nev’inden bir hakimiyet kurma çabası artık duvarlara dahi aksediyor; bu siyasi dil, bu hegemonik belagat iliklerimize kadar işledi, üstelik kısmen de olsa, kabul gördü, kanıksandı, normalleştirildi, propagandası yapıldı. Gelgelelim bunu hazmetmek istemeyen ciddi bir toplumsal birikim de var neyse ki ve okuyorlar. Dünya edebiyatını okuyorlar, tartışıyorlar, eleştiriyorlar, tekrar tartışıyorlar ve tekrar eleştiriyorlar. Yeni edebiyatı tercüme ediyorlar, yeni kavramlar dilimize ve düşün dünyamıza giriyor, bizi zenginleştiriyor ve bir dayanak oluşturuyor. S. Zizek’ten F. Jameson’a, T. Eagleton’dan P. J. Proudhon’a, J. Holland’dan M. Foucault’ya dek pek çok önemli düşünürün özgürlük alanı üzerine eserleri dilimize tercüme ediliyor ve toplum üzerinde yaratacakları etki kaçınılmaz. Kısacası, zor bir mücadele olsa da özgürlüğün alanı genişlemekte, kapalı ve dayatmacı düşüncenin alanı ise daralmakta.

Dünyanın güzel bir yere dönüşmesi için eleştiriyi önemsiyorum; bu yeni dil yeryüzünün, üzerindeki canlıların ve çocuklarımızın umudu... Umudu köreltmeye çalışanlarsa gelecekte torunlarımıza kötü bir rüya gibi anlatılacak.