Sadelikten karmaşıklığa, giriftleşmeye ve uzmanlık alanlarının doğuşuna açılan yolun altında yatan asıl neden siyasi örgütlenme, yani devletleşmedir. İslam öncesi Arapları, özellikle de Hicaz bölgesindekiler, daha çok Antik Yunan polislerini (kent devletlerini) andıran otonom ve hayli küçük şehirler içinde yaşamlarını sürdürüyorlardı. Kısacası büyük devletler ya da imparatorluk gibi devasa siyasi yapılanmalar, onların, adeta anarşist, maceracı (ve kısmen de göçebe) yaşamlarına uymuyordu, zaten bu tip örgütlenmeleri de tanımıyorlardı. Hayatları sade bir gelenekçilik üzerine sürüp gidiyordu. Nadiren Ukaz Panayırı gibi kabileler üstü toplantılarda birleşir, şiirler okur ve ardından tekrar masalsı yaşamlarına, kabilelerine geri dönerlerdi. Fakat İslam’ın gelişi ile durum değişmektedir artık; Araplar kabileler arası küçük, dağınık savaşlar yerine, kabileler üstü bir ümmet asabiyesine (dayanışmasına) ulaşırlar. Ardından da bilhassa Roma (Yermük, 636) ve Sasaniler’in (Nihâvend, 642) yenilgiye uğratılması ile siyasi örgütlenmeleri ve elbette kaçınılmaz olarak İslam, şimdi bir imparatorluğa dönüşmektedir.

HZ. PEYGAMBER’İN VE SAHABENİN SAĞLADIĞI KOLAYLIK

İşte Hz. Muhammed’in ve ardından da sünneti ondan alan Sahâbenin sağladığı kolaylık bu tarihsel çerçeve içinde daha kolay anlaşılabilir. Bu şu demek; inanç ya da akait konusunda bir soru olduğu zaman ilk Müslümanlar doğrudan Hz. Peygamber’e danışıyordu; hukuki anlaşmazlıkları yine Hz. Peygamber bir hakem olarak çözmekteydi; inanç sadece inançtı ve katışıksızdı; ne farklı içtihatlara ne de başka bir kültürün dilinden tercümeye ihtiyaç duyulmuyordu. Hz. Peygamber’in ardından yaklaşık ilk asır boyunca (ki bu dönemlerin İslam tarihinde göreceli olduğu unutulmamalıdır) hayatta kalan Sahâbe, daha sonra onlara tabi olanlar, yani Tâbiîn (684-752) ve sonra da onlara tabi olanlar, yani Tebeu’t-Tâbiîn (796-835) gelmektedir. Önemleri ise sünnetin aslı misali yaşanmasına canlı bir aracı olmalarından kaynaklanmaktadır. Kısacası Sahâbe ve sonraki devirler arasında köprüdürler. Ancak fetihler ve yabancı kültürlerle karşılaşma, sadeliğin de sonunu getirecek, devlet ve halifelik örgütlenmesi, yeni bilgiler ve müktesebata ihtiyaç duyacaktır. Son tahlilde bizim karmaşıklaşma şeklinde addettiğimiz süreç, farklı yorumlar, uzmanlaşma, bir dışa açılma ve nihayet bir içe kapanma sürecidir.

İSLAM İLİMLERİNİN DOĞUŞUNA KISA BİR BAKIŞ

İlk örnek daha Hz. Ebu Bekir zamanında Kur’an’ın bir araya toplatılmasıdır; zira o döneme dek Kur’an kısmen yazılıdır, kısmen de hafızların ezberindedir. Daha sonra hafızların sayılarının azalmasıyla Hz. Osman zamanında Mushaf olarak iki kapak arasına toplanmış ve kanonik hale gelmiştir. Artık elde bir metin vardır. Bundan başka, her ne kadar tefsir (yani Kur’an’ı yorumlama) ilminin hadis ilminden doğduğu dile getirilse de, ilk tefsir çabalarının oldukça erken döneme ulaştığı Fuad Sezgin (Buhâri’nin Kaynakları) tarafından yazılmaktadır; buradaki önemli nokta ise artık Hz. Peygamber olmadığı için metin tahlili ve hermenötik kaygıların zirveye ulaşmış olmasıdır; akla ilk gelen ise Taberî’nin (ö. 923) 883 tarihli Câmiu’l-Beyân’ıdır. Kur’an artık Hz. Peygamber’in dışında da yorumlanabilen bir metindir. Hadis ilmi için de benzer bir durum söz konusudur: Başlangıçta ezberde olan hadisler, özellikle araya uydurmaların katılmasıyla, Buhari (ö. 870) gibi bir muhaddisin elinden elenerek el-Câmiu’s-Sahih adıyla kitaplaştırılmıştır. Daha sonra eklenen Ebu Dâvûd ve Nesâî’nin es-Sünen’leri, Tırmizî’nin el-Câmiu’l-Sahih’i ve İmam Mâlik’in (ö. 795) el-Muvatta’ı ile bu literatüre Kütüb-i Sitte denmiş ve adeta kanonik bir kaynak olarak kabul edilmiştir. Artık, miladi onuncu asır itibarı ile bir hadis ilmi doğmuştur.
(Devam edecek.)