Geçtiğimiz hafta İslam düşünce dünyasındaki tedrici giriftleşmenin altında yatan başat nedenin devletleşme ve siyasi manada ortaya çıkan ideolojik meşruiyet zemini arayışları olduğunu dile getirmiştik. Mesele yoğunluğu itibarı ile ciltler dolusu İslam (tabakat) eserlerinin yazılmasına önayak olmuştur; biz bu hafta sadece kelâm ve İslam hukuku (fıkıh) konularına kısaca değinecek ve bunlara neden ihtiyaç duyulduğunu açıklamaya çalışacağız.

İLM-İ KELAM

Kısaca ‘Dini akide üzerine tartışma’ olarak anlaşılabilir; gayesi İslam’ın geçerliliğini, yine dini kaynaklardan getirilen delillerle, şüpheye yer bırakmayacak şekilde kanıtlamaktır; başka bir deyişle, diğer inançların geçersiz olduğunu iddia eden bir tartışma usulüdür. Aslında, tarihsel olarak ilk Hıristiyanların, kovuşturma döneminde (kabaca miladi ilk üç asır denebilir), pagan Roma imparatorlarına kendilerini ‘savunmak’ için kaleme aldıkları apologia (savunma) metinlerine benzetilebilir. Bir tartışma sanatı olduğu için kelâm, temelde din dışı bir kaynak olarak felsefenin tartışma yöntemini, yani diyalektiği araç olarak kullanır. Burada vurgulamak istediğim ana nokta, İslam’ın ilk devirlerinde, özellikle de Hz. Peygamber (611-632) ve Dört Raşid Halife (632-661) dönemlerinde henüz böyle bir tartışma ilmine ihtiyaç duyulmadığı gerçeğidir; çünkü o sıralarda din her şeyden önce bir inanç/iman meselesi idi. Yani kimsenin dine inanmak için felsefeye ya da onun herhangi bir yöntemine ihtiyaç duymadığı bir dönemdir bu ilk dönem. Fakat, ne zaman ki fetihlerle topraklar genişlemiş ve başta Hıristiyanlık ve Yunan Felsefesi olmak üzere Zerdüştlük, Hinduizm, Budizm gibi diğer büyük dinlerle ve düşünce sistemleri ile karşılaşılmıştır, işte o zaman Müslümanlar kelâm ilmine ihtiyaç duymuşlardır. Böylece İslam düşünce tarihinin en büyük üç kelam mezhebi doğmuştur: Mu’tezile, Eş’ariyye ve Maturîdiyye, bu da tarihsel olarak kabaca miladi 8. yüzyıla karşılık gelmektedir.

İSLAM HUKUKU (FIKIH)

İslam’ın hâkim olduğu coğrafyalar üzerinde, kısmen kendine has bir hukuk sistemi olan İslam hukuku da benzer bir tarihsel sürece sahiptir. Erken dönemde Müslümanlar, Kur’an metni ve Hz. Peygamber’in sünnetine dayalı sistemik bir kanun üretme çabasına henüz koyulmamışlardı, çünkü aralarında anlaşmazlıkları, bir hakem olarak gördükleri Hz. Muhammed’e sorup çözüm elde edebiliyorlardı. Bu durum Dört Halife devrinde de aşağı yukarı benzer bir şekilde sürmüştür. Ancak, önce sahabenin vefatı ve ardından gelen yeni fetihlerle siyasi coğrafyanın hızla büyümesi üzerine devlet, ceza ve toprak hukukundan tutun da ilm-i faraiz denen miras hukukuna kadar pek çok alanda kanun üretme ihtiyacı duydu; çünkü her devlet hukuku tekeline almak ister. Bu noktada, İslam âlimleri için kanuna temel teşkil edecek beş ana kaynaktan bahsetmeliyiz: 1) Kur’an 2) Sünnet 3) İcmâ 4) Kıyas 5) İçtihat. İlk iki kaynak en temel başvuru alanıdır; bunların net bir hüküm öne sürmediği noktalarda ilkin İslam ümmetinin fikir birliğine, yani icmâ’ya bakılır. Daha sonra ise kıyas yöntemi gelir; örneğin oldukça geç dönemde ortaya çıkan ve erken kaynaklarda bulunmayan sigara için hüküm böyle üretilir. Son olarak da mesele ulemanın bireysel akıl yürütme yöntemi olan içtihat sahasına kalır; burada âlim olan kişi çeşitli temel delillerden yola çıkarak herhangi bir konu üzerine derinlemesine düşünür ve ilk dört kaynak ve yöntemin açıklığa kavuşturamadığı bir noktayı, kendi çıkarımınca kanuni bir hükme bağlar. Nihayet bu süreçte dört büyük fıkıh mezhebi (Hanefî -ö. 767-, Malikî -ö. 795-, Şafii -ö. 820-, Hanbelî -ö. 855-) doğmuştur.

Ezcümle dini zeminde oluşmuş her müktesebat, özellikle de İslam fıkhı, siyasal ve kültürel dokuların oluşturduğu, teolojik meşruiyetleri ve sosyolojik işlevleri tartışmalı yüzlerce fikri barındırmaktadır.