MERAK ETTİĞİM ŞEYLER

Şu saray gazetecileri yazsa da öğrensek


Erdoğan Amerika’da.

AKP Genel Başkanı, Birleşmiş Milletler toplantıları sırasında yandaş medyamıza göre “çok önemli toplantılar” yapıyor.

Muhtemelen Trump ile yapılacak görüşmeden sonra da “destan” edebiyatı ile tekrar karşılaşacağız.

Saray tarafından Amerika’ya götürülen gazeteciler, her zamanki gibi “Beyaz Saray sadece 20 dakika vakit ayırmıştı ama Sayın Başkanımızın etkili konuşmaları üzerine görüşme bir buçuk saatte tamamlandı. Erdoğan isteklerini anlattı, Trump ilgiyle dinledi ve hak verdi” diye yazacaklardır.

Bunları tabii ki yazsınlar.

Zaten bu amaçla götürülüyorlar taaa Amerikalara.

Ama bu kez benim de birkaç ricam olacak.

Hesapta sarayın seçip uçağa koyduğu bu kişiler, kendilerine gazeteci diyorlar ya, bari bize biraz özel bilgiler de aktarsalar.

Ki zaten bu tür gezilerin asıl tatlı haberleri bunlardır.

Resmi toplantılar, resmi açıklamalar, devletin resmi ajansları ve TRT tarafından zaten duyurulur.

Ama gerçek gazeteciler, bu tür gezilerin perde arkasını yazarlar örneğin.

Ya da resmi kanalların açıklamadığı detayları anlatırlar.

Olur da sarayın seçtiği kişiler arasında “Yahu ben gazeteci değil miyim, aslında bunları da yazmak gerek” diyen biri çıkar umuduyla bazı sorular sormak istiyorum.

Kendilerine gazeteci diyenler belki lütfedip de cevaplarlar.

BİRİNCİSİ: Amerika’ya hangi uçakla gidildi?

İKİNCİSİ: Uçakta ne yediniz, ne içtiniz? Uçak rahat mı, uzun yolculuk sırasında ne yaptınız, izlediyseniz hangi film ya da dizileri izlediniz?

ÜÇÜNCÜSÜ: New York’ta hangi otelde kaldınız? Odalarınızda mini bar var mıydı? Yoksa bu mini barların içi boşaltılmış, sadece su ve meşrubat mı bırakılmıştı?

DÖRDÜNCÜSÜ: Uçak, otel ve diğer transferler için yayın kuruluşunuz ne kadar para ödedi?

BEŞİNCİSİ: AKP Genel Başkanı, itibardan tasarruf etmediği için gittiği yerlere kendi otomobilini de götürüyordu. Bu kez o otomobil yine birlikte gitti mi?

ALTINCISI: Erdoğan, New York’ta kaç koruma ile dolaştı? Yanındaki Türk koruma sayısı kaçtı?

Daha pek çok soru sorulabilir tabii. Ama gezi haberlerine lezzet katacak bu kadar soru ile yetinmek istiyorum şimdilik.

Sadece son soruya biraz açıklık getirmem gerek.

Hatırlayacaksınız, yine bir Birleşmiş Milletler toplantısı için gittiği New York’ta, yanındaki koruma ordusu, Erdoğan’ı protesto eden bir gruba tıpkı Türkiye’deki gibi saldırmış ve kafa göz yarmıştı.

Amerikan polisi, Erdoğan’ın korumalarını gözaltına almak istemiş ancak diplomatik bir rezalete meydan vermemek için bu yapılmamıştı.

Erdoğan’ın korumaları hakkında daha sonra dava açılmıştı.

Ardından yine diplomatik kanallar devreye girmiş, bu davalar geri çekilmişti ancak şiddete karışan o korumalara Amerika’ya giriş yasağı konmuştu.

Şimdi aldığım bilgiye göre; Amerika, diplomatik kanallardan Erdoğan’a “bir koruma ordusu ile gelmemesini” bildirmiş. Gelmesi halinde de “bu korumalara görev yaptırılmayacağını” açıkça beyan etmiş.

İşte saray gazetecilerinden bu konuda ricam, bu bilginin doğru olup olmadığını teyit etmeleri.

Ki zaten bunu öğrenmek çok zor değil, Erdoğan’ın etrafındaki korumalara baksalar yeter de artar bile.



HOŞUMA GİDEN ŞEYLER

Erkeklerin özgürlüğü için de harekete geçtiler


Pazar günü yazdığım yazıya çok güzel tepkiler aldım.

Hani kadınların türban takarak özgürlüklerine kavuştuğunu ama erkeklerin hâlâ kıyafet dayatması altında olduğunu anlatan yazım.

İronik bir yazıydı tabii, bunu altını çizerek belirttim.

Bugün yazımın devamı kendiliğinden gelmiş.

Çünkü İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu, İETT’de şoförlerin “sağlık sorunu için gerekli olması durumu hariç” sakallı olamayacağını belirterek, herkesin kılık kıyafet genelgesine uymasını istemiş.

Yandaş yalaka medya büyük şehirlerde muhalefetin kazandığı günden beri, içine girdiği şoktan kurtulamıyor bir türlü.

Bu nedenle özellikle İstanbul’la ilgili ipe sapa gelmez güya eleştirel haberler yapmaya yelteniyorlar.

Sakal yasağı, yandaş yalaka takımını ayağa kaldırmış.

“İnsanların kılık kıyafeti ile niye uğraşıyorsunuz?” demeye başladılar.

Tabii bu benim çok hoşuma gidiyor.

Bugüne kadar sadece kadınların özgürlüğü için mücadele eden bu takım, nihayet erkek özgürlüğünü de hatırladı artık.

Ama bu iş sadece İETT şoförlerinin sakalını savunmakla olmaz.

Sarığa da özgürlük istenmeli. Polisimiz, askerimiz niçin sarık takamıyor, inancını dilediği gibi yaşaması niçin engelleniyor?

Erkek milletvekilleri niçin kravat baskısı altında tutuluyor, bu milletvekilleri niçin inançlarına uygun biçimde şalvarla veya takkeyle Meclis’e gelemiyorlar?

Nasıl Müslüman bir kadın hakim özgürlüğüne kavuşmuşsa ve türbanı ile yargılama yapabiliyorsa, savcı bacılarımız, sanıkları itham edebiliyorsa erkek hakimlerimiz neden ille de batı taklidi cüppe giyiyor da yeşil cüppe giyemiyor?

İnanç özgürlüklerin düşmanı CeHaPe zihniyeti ve onun İstanbul’daki temsilcisi İmamoğlu, sakal yasağı ile inançlı erkekleri uyandırdı.

NOT: Aman dikkat, bu yazı tıpkı pazar yazısı gibi ironiktir, ona göre.

Bu arada ben işçilerden biriyle konuşurken, diğer işçiler hararetli biçimde toplantı yapıyordu. Bu nedenle fotoğraf çektirirken sanki birbirimize sırtımızı dönmüş gibi olduk.


BAŞIMDAN GEÇEN ŞEYLER

Cargill’de atılan işçiler, bir aydır sokakta yatıyor


Önceki akşam Ataşehir’de bir işimiz vardı.

Palladium Tower olarak bilinen dev binanın önünde küçük bir kalabalık ve pankartlar görünce meraklandım.

Meğer Cargill isimli uluslararası şirketten haksız yere işten çıkarılan işçiler oturma eylemi yapıyormuş.

Grubun yanına gittim.

İşçilerden biri durumu anlattı.

Eylem aslında 530 gün önce başlamış.

Sendikalaşma çalışması içinde olan 14 işçi, Cargill yönetimi tarafından kapı önüne konunca, bu işçiler önce haklarını aramak için çabalamışlar.

Ancak bir sonuç alamayınca Bursa’daki fabrika önünde oturma eylemine başlamışlar.

Aradan 500 günü aşkın süre geçince bakmışlar ki ne medyanın, ne kamuoyunun fazla ilgisi yok atlayıp İstanbul’a, Ataşehir Palladium binasının önüne sermişler yorganlarını döşeklerini.

“Neden burası?” diye sordum cahilce.

Cargill’in yönetim merkezi bu dev binadaymış.

Binaya her gün en az 3 bin kişi girip çıkıyormuş.

İşçiler burada daha fazla dikkat çekeceklerini düşünmüşler.

Polis ilk gün eyleme engel olmak istemiş ama sonra rahat bırakmışlar.

İşçiler, “Bir iki akşamdır hava çok soğudu, geceler biraz zor geçiyor” diye yakındılar.

Tabii şehrin göbeğindeki bir gökdelenin önü olunca, bu tür eylemlerin sembollerinden olan ateş yakılması da mümkün olamıyor.

İşçilere, “Eylem ne kadar sürecek?” dedim. “Hakkımızı alana kadar” cevabını verdiler.

KOMİK

Önceliğimiz hep “en”lerde


Artık sadece Erdoğan’a özel havaalanı olarak hizmet vermekten başka işlevi kalmayan Atatürk Havalimanı’nda üç günlük Teknofest yapıldı biliyorsunuz.

Tabii Erdoğan’ın izniyle.

Gerçi festivali düzenleyen damat olmasa bu izin verilir miydi, onu bilemem.

Festivali düzenleyen Türkiye Teknoloji Takımı Vakfı (T3 Vakfı) Mütevelli Heyeti Başkanı damat Selçuk Bayraktar, üç gün içinde Atatürk Havalimanı’na 1 milyon 500 bini aşkın ziyaretçi geldiğini söyledi.

Etkinliklere ikinci gününde katılan AKP Genel Başkanı Erdoğan, “Şu ana kadar 720 bin kişi gelmiş buraya. Geçen yıldan daha fazla olmuş, inşallah bu yıl rekor kıracaklar” diye konuşmuştu.

AKP Genel Başkanı’nın bu sözleri emir kabul edilmiş olmalı ki, yüzlerce otobüsle on binlerce kişi bedavaya taşındı. Sonuçta anlaşıldığı kadarıyla festivale bu yıl gerçekten rekor katılım oldu.

Festivale, festivali düzenleyen ticari kuruluştan daha fazla önem veren bakanlardan Mustafa Varank, “Teknofest İstanbul’da 1.5 milyon ziyaretçi sayısını aştıklarını ve dünya rekoru kırdıklarını” söyledi.

Zaten, “Teknofest dünyanın en büyük teknoloji festivali” açıklaması yapmıştı.

Böylelikle bu festival sayesinde Türkiye’nin ‘iki en’i gerçekleşmiş oldu.

Bu iktidarın temel felsefesi bu: Ne yapıyorlarsa mutlaka ya “en” büyüktür ya “en” kalabalıktır veya “en” pahalıdır.

Hep nicelik yani.

Nitelik konusunda ise bugüne kadar hiç “en” sözü duymadım ben.

Ya siz?