Araba kullanmayı sever misiniz?
Ben hem araba kullanmayı, hem karayolunda yolculuk etmeyi severim.
Yolcuysam eğer, dayarım kafamı cama, dışarıya bakar, dalar giderim.
İçinden geçtiğim köylerdeki titrek ışıklı tek gözlü damlarda yaşayan insanları merak ederim.
Otobüs camında beliren ve sık sık değişen manzarayı, bir sergideki manzara resimlerini izler gibi izlerim.
Yüzüm gittiğim yöne dönükse yarını, geldiğim yere dönükse dünü düşünürüm nedense.
Geçen hafta Kars’a, bu hafta da Ege’ye doğru uzun yolculuklar yaptım. Anadolu’nun alına yeşiline, insanına, mavi göğüne doydum. Bütün olumsuzluklardan uzaklaşıp kendimi mutlu hissettim.
İnsanların bazen 30 saati bulan Doğu Ekspresi yolculuğuna neden akın ettiğini bir kez daha anladım.
Cennet gibi bir yurdumuz var.

★★★

Peki bu cennet yurda yeterince sahip çıkıyor muyuz?
Elbette hayır!
Betona ve ranta açıyoruz durmadan.
Korumak yerine hızla tüketiyoruz. O uzun yolculuklarda ne yazık ki;

- Ayder’de, süper marketlerde satılan küçük poşet içindeki bal ve peynirle kahvaltı yapmamız beklenirken; O mavisiyle yeşiliyle muhteşem Uzungöl manzarasının yerine, her yıl biraz daha fazla beton bulduğumuzda; baharda önüne kattığını denize döken Fırtına Deresi’nin yaz aylarındaki cılız akışını izlerken, “keşke çevreciler kazansaydı” diyorum.

- Yatağan’dan geçerken dilimde (Bulutsuzluk Özlemi’nin geçmişte termik santral protestolarında söylediği) “Sözlerimi geri alamam” şarkısı, kel kalmış tepelere, toza bulanmış ağaçlara bakıyorum. Her geçtiğimde daha fena buluyorum. Her seferinde “keşke çevreciler kazansaydı” diyorum.

- Milas’ın sırtını dayadığı o tepeyi aşıp kıvrıla kıvrıla Bodrum’a vardığımda her seferinde betonun zaferine biraz daha şaşırıp, şok oluyor, “keşke çevreciler kazansaydı” diyorum;

- Bir çok yerde yol kenarlarında gördüğüm “cıbıl” tepelere kahroluyor, “keşke çevreciler kazansaydı” diyorum.

- 1999’dan beri Ankara’da yaşayan biri olarak ODTÜ Kampüsünün yanından Bilkent’e doğru giderken dünyanın en karmaşık kavşağında kaybolmamaya çalışıyor, güzelim ağaçlar kesilerek açılan yolu kullanacak “şanslı” insanları düşünüyor, “keşke çevreciler kazansaydı” diyorum.

- Kanser nedeniyle ölenlerin haberini aldıkça, aklıma Çernobilin yaydığı radyasyona bulanan çayı yudumlayan bakan geliyor, “keşke çevreciler kazansaydı” diyorum.

★★★

Bu liste uzar gider ama derdimi anlatmaya bu kadarı yeter.
Denizler kirleniyor, ormanlar ranta teslim oluyor, iklim değişiyor, yerküre ısınıyor, tehlikeli atıklar aramızda dolaşıyor, gezegenimiz dünya, üzerinde de topraklarımız, nehirlerimiz elimizden kayıp gidiyor. Ne yazık ki yöneticilerin ve bıçak kemiğe dayanana dek dünya umurunda olmayan biz tuzu kuruların “bir grup marjinal” diye etiketlediği bir grup çevreci dışında hepimiz kayıtsız kalıyoruz.
Ne yazık ki onlar da hep haklı çıkıyor.
Bakın bir örnek vereyim:
Aral Gölü’nü bilir misiniz?
Bizim çocukluğumuzda dünyanın üçüncü büyük gölüydü.
Önce gölü besleyen nehirleri pamuk tarlalarına bağladılar. Sonra kanallarla başka yere taşıdılar.
Bugün açın uydu haritalarını, o ihtişamlı gölün yerinde yeller estiğini göreceksiniz.
Oysa, Türkistanlı şair Mahkam Rahman bu son yaşanmasın diye şöyle seslenmiş dünyaya:

“Aral ölüp giderken,
Hiç kimse çıkıp ah demez,
Ölüp giden vatan bu
Ölüp giden su değil”


Şimdilerde Kaz Dağları ölüp giderken, hiç kimse çıkıp “ah” demezse, ölüp giden sadece ağaç, su ve temiz hava değil adına  “yurt” dediğimiz bu topraklar olur.
Ve bu topraklarda büyüyen her çocuğun kahramanı olmayı başaran Türk sinemasının büyük ustası Cüneyt Arkın’ın dediği gibi, buna düşman bile göz yummaz.