Bu kez yerel seçimlerde temiz siyaset dili hakim olacak diye sevinmiş, umutlanmıştık.
Binali Yıldırım ile Ekrem İmamoğlu arasındaki yarış bu umudumuzu hala canlı tutuyor.
Ancak Ankara’da durum değişti.
Cumhur İttifakı’nın Ankara Büyükşehir belediye başkan adayı Mehmet Özhaseki kısa süre içinde kendisini anlatmayı bırakıp, rakibini kötülemeye başladı.
Önce “Yavaş kazanırsa su faturalarını militanlar getirecek” gibi tuhaf bir iddia ortaya attı.
Bu işe yaramadı. Peşi sıra Millet İttifakı’nı, dolayısıyla rakibini PKK ve FETÖ ile ilişkilendirme çabasına girdi.
Ankara’da bu konu da pek tutmadı. Hatta ters tepti.
Özhaseki bu kez “tecrübe” üzerinden bir dil tutturmaya çalıştı. Ancak, kendi tecrübesini anlatmak yerine, rakibinin “acemiliğini” anlatmaya uğraştı.
Mansur Yavaş “Tayyip Erdoğan İstanbul Belediye Başkanı olduğunda hiç belediyecilik deneyimi yoktu” deyince o söylem de boşa çıktı.

★★★

Son olarak  eski bir “Kızılderili numarası” devreye sokuldu.
“Yavaş’la ihtilaflı biri” bulundu ve o kişi ile Yavaş arasındaki “alacak davası” Ankara seçimlerin ana eksenine oturtulmaya çalışıldı.
İddiaya göre Mansur Yavaş, hukuki danışmanlık hizmeti karşılığında o kişiden aldığını söylediği bir senedi icra yoluyla tahsil etmek istedi. Ancak senetteki imza sahte çıktı ve mahkeme Yavaş’ı “kötü niyet” tazminatı ile cezalandırdı.
Gazete ve televizyonların büyük bölümü, Yavaş ile ihtilaflı şahsa ve iddialarına dört elle sarıldı ama  kimse o kişinin aynı davada yerel mahkeme tarafından (“resmi belgede sahtecilik” suçundan 4 yıl, “şantaj” suçundan 1 yıl 3 ay, “Özel hayatın gizliliğini ihlal” suçundan 1 yıl 3 ay olmak üzere) 6,5 yıl hapis cezasına çarptırıldığından ve dosyanın halen Yargıtay’da olduğundan söz etmedi.
Bu arada olaydan 4 yıl sonra harekete geçen savcılar ağır cezalık bir iddianame hazırladılar.
İktidar partisinden ve medyadan bu kadar baskı varken yargının “muhalif bir siyasetçi” konusunda ne kadar objektif ve adil olacağını merak ediyorum.

★★★

Doğrusunu isterseniz medyamızın, siyasetçilerimizin, savcılarımızın iki kişi arasındaki borç/alacak meselesini “yüzyılın yolsuzluğu” gibi abartması bende “Kanada’da yaşıyorum” hissi yarattı.
Aynı hassasiyeti devleti zarara uğratanlar ya da tüyü bitmemiş yetimin hakkına göz dikenler için de gösterebilseler ne güzel olur.
Keşke, Özhaseki izin alabilse ve o iddiaları Yavaş ile canlı yayında tartışabilseydi.
O zaman bendeki Kanada’da yaşadığımız hissi daha da pekişecekti.
Bu pek ihtimal dahilinde olmadığından Yavaş bugün iddialara tek başına yanıt verecek, biz de madalyonun arka yüzünü göreceğiz.
Kişisel bir borç/alacak davasının sadece Yavaş aleyhine görünen kısmını gündemde tutmak, yargıyı bu şekilde yönlendirmek, bir tek Yavaş’a borcunu ödemek istemeyen o kişiye yarar.
Özhaseki, Ankara’yı kazanma umudunu seçimleri ve siyasi konjonktürü kullanarak borç/alacak davasını lehine çevirmeye çalışan bir tüccara bağlamışsa, ters tepebilir, ve işini daha da zora sokabilir.

Kutsallar üzerinden siyaset, ateşle oynamaktır


Lafı dolandırmayacağım.
Binlerce kadının katıldığı 8 Mart yürüyüşünden sonra ortaya atılan  “İstanbul’daki kadın yürüyüşünde ezanı ıslıkla protesto ettiler” haberi, 1955’te yaşanan 6-7 eylül olaylarını tetikleyen “Atamızın evi bombalandı” haberini andırıyordu.
Muhtemel sonuçları hesap edilmeden, sadece seçimdeki rakibe karşı propaganda malzemesi olarak düşünülmüş, aşırı derecede kışkırtıcı bir iddiaydı.
Nitekim, haberdeki iddianın dillendirilmesinden kısa süre sonra Taksim’de toplanan örgütlü bir grup, yüreğimizi ağzımıza getirdi.
Neyse ki İstanbul polisinin zamanında yaptığı müdahale, işlerin çığırından çıkmasının önüne geçti.
İşin sonunda iddiayı ortaya atanlar geri adım atmak zorunda kaldı.
Ezan, Bayrak, Vatan ve Atatürk bu topraklarda yaşayan bütün insanlar için çok kıymetlidir, saygıdeğerdir ve tarihten biliyoruz ki kutsallarımız ile Atatürk’ü bu şekilde siyasete alet etmek ateşle oynamaktır.
Dilerim, bu yaşananlar ders olmuştur.