Cumartesi günü ODTÜ’ye gidip bölümlerin kendilerini aday öğrencilere tanıttığı fuarı gezdik.
En kalabalık yerler elektronik, bilgisayar ve makina mühendislikleri ile mimarlık gibi bölümlerin stantlarıydı.
Biraz yaklaşınca gördüm ki o pırıl pırıl gençlerin çoğu 2 milyondan fazla aday arasında ilk bine girmeyi başarmıştı. Dolayısıyla da üniversiteler onları değil, onlar üniversiteleri seçiyordu.
Eminim, aynı araştırmayı sadece ODTÜ’de değil, Hacettepe Tıp Fakültesi’nde, Boğaziçi’nde, Galatasaray’da ya da Koç, Bilkent ve Sabancı gibi vakıf üniversitelerinin tam burslu bölümlerinde de yapıyorlardı.
Hacettepe Üniversitesi Rektörü Prof. Haluk Özen’in sadece 30 öğrenci alacakları “Yapay Zeka Mühendisliği” bölümünü gazetecilere anlatırken yüzüne yansıyan haklı gururu görseydiniz keşke.
Prof. Özen’in yeni bir adım atarken saklayamadığı o gurur ve heyecan, üniversite arayan zeki gençler kadar, onları doğru yönlendirecek, ihtiyaçlarını karşılayacak, hepsinden önemlisi, genç beyinleri geleceğe taşıyacak vizyona sahip rektörlere, akademisyenlere ne kadar çok ihtiyacımız olduğunu da gösteriyordu.

Siyasette sorun ne?


Zeki çocuklarla, başarılı akademisyenlerle başlayıp, umudumu zirveye çıkaran o günü siyasetçilerle, bürokratlarla, diplomatlarla görüşerek tamamlamasaydım da içimi karartmasaydım keşke.
AK Partili bir vekil, Cumhurbaşkanı’nın tatil dönüşünde kabinede ve parti yönetiminde değişikliğe gitmesini beklediklerini, ama ne büyüklükte bir değişim olabileceğini kestiremediklerini söylüyordu.
Devamında da çok önemli bulduğum şu notu düşüyordu:
“Aslında kaç isim ya da kimi değiştireceğinden, kimi getireceğinden daha önemli olan, politikaların değiştirilmesidir. Yerel seçimler gösterdi ki aynı söylemlerle, aynı politikalarla devam edersek, kimi getirirseniz getirin bir şey değişmez.”
“Bu görüşleri Cumhurbaşkanı’na iletiyor musunuz?” diye sorunca, “MYK üyelerinin iletmesi lazım. Bizimle sohbet ederken benzer eleştiri ve önerileri dillendiriyor ama Cumhurbaşkanı ile toplantılarda susuyorlar, kameraların karşısında başka telden çalıyorlar” karşılığını verdi.
Ali Babacan ile yeni parti hareketinde olduğunu bildiğim eski bir bakan ise telefonda, kuracakları partinin temel motivasyonunun, AK Parti’de artık sıkça dillendirilen o “söylem ve politika değişikliği ihtiyacı” olduğunu anlatıyordu.
“1983’te Özal’ın, 2002’de Erdoğan’ın ortaya koyduğu yenilikçi yaklaşımın dahi önüne geçecek bir siyasete ihtiyacımız var” dedi.
O nedenle isimlerden çok dünyanın gidişatını okuyabilen, içerideki popülist akımlara ve “herkes bize düşman” hissine kapılmadan, ekonomiyi, dış politikayı, hukuk sistemini, içinde bulunduğu fasit daireden çıkaracak bir politik söylem arayışında olduklarına dikkat çekti.

Dış politikada da “seçen” olmak


Son konuştuğum bir diplomattı. Aslında pek konuşma sayılmaz. Ben Türkiye’nin dış politikasını eleştirdim, o genelde susmayı, kimi zaman da başıyla onay vermeyi tercih etti. Suskundu, çünkü Dışişleri bürokrasisi olarak sorunlu gündem maddelerinde karar mekanizmalarında çok yer alamıyorlardı.
“Geçmişte bölgesel sorunlarda çözümün parçası olan Türkiye, bugünlerde bütün sorunların tarafı” dedim. İtiraz etmedi.
Örnek mi istiyorsunuz: Suriye, Libya, Mısır ve Filistin’de açıkça tarafız, çünkü kararları diplomatlarımız değil “İhvancı” siyasetçiler veriyor.
Krizlere taraf olmak, dış politikada Türkiye’nin hareket alanını daraltıyor, müttefiklerinden koparıyor.
Düşünsenize, dünyanın en büyük 20 ekonomisinden biri, NATO’nun en büyük ikinci silahlı gücü dururken, bütün Avrupa, ABD, Rusya, Mısır, Suudi Arabistan, İsrail, hatta Katar, Doğu Akdeniz’de Kıbrıs Rum Kesimi’nin yanında saf tutuyor. ABD ve NATO üyeleri ile Suudi Arabistan, Suriye’de terör örgütü PKK’ya çok ciddi askeri ve diplomatik destek veriyor.
Hatırlayın: 2003’te AB başkentlerini dolaşan Tayyip Erdoğan kendisini iktidara taşıyan eylem ve söylemleriyle çok güçlüydü ve AYT’de ilk bine giren üniversite adayları gibi “seçen” konumdaydı. Haliyle bütün Avrupa ile ABD yanındaydı.
Türkiye’nin bugünkü söylem ve politikalarla yeniden “seçen” olması, müttefik bulması sizce mümkün mü?