AK Parti’nin İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan Adayı Binali Yıldırım ile ilgili bugüne dek hep olumlu bir dil kullandım.
Ulaştırma Bakanlığı ve Başbakanlık yaptığı dönemden, en son İstanbul adaylık kampanyası dönemine dek hep yakından izlediğim bir siyasetçi olması nedeniyle gelişmişti bu olumlu yaklaşımım.
Gerekçem, Yıldırım’ın kullandığı, aklı selim bir ılımlı siyaset diliydi. İnsani açıdan da bir çok olumlu özelliğini gözlemlemiştim.
Bu gözlemlerimden yola çıkarak, kavga yerine diyaloğu, kibir yerine mütevazılığı, sertlik yerine makulü, güç yerine vicdanı, çıkar yerine hakkı tercih ettiğini düşünüyordum.
Hem halk arasında hem siyasi partilerde, muhalefet cenahında da Yıldırım’a benzer bir yaklaşım olduğunu görüyor, duyuyordum.
Nitekim, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu ile Başbakanlık ve TBMM Başkanlığı sırasında geliştirdiği çok yapıcı ilişki de bu özelliğinin bir sonucuydu. Kılıçdaroğlu da sohbetlerimizde Yıldırım’la ilgili benzer düşüncelerini saklamıyordu.
İstanbul kampanyası sırasında da ısrarlara rağmen belden aşağı bir kampanya yürütmediği gibi, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ve partisinin kullandığı sertlik yanlısı söylemlere pek prim vermedi.
Bu gözlemlerimi ve kendisiyle ilgili düşüncelerimi hem bu köşeden siz SÖZCÜ okurlarına, hem katıldığım TV programlarında izleyicilere aktarıyordum.
Çok ciddi bir tepki de almıyordum.

ALGISI ÇOK DEĞİŞMİŞ

Gelin görün ki 31 Mart gecesinden bu yana bir çok izleyici ve okuyucumdan,  sıkça, “Yıldırım’ı farklı göstermeye çalışıp durmayın. Partisi neyse O da o” gibi mesajlar almaya başladım.
Benim gibi düşündüğünü bildiğim, konu her açıldığında bana katılan, destek veren merkez sağ kökenli bir siyasetçi tanıdığım da önceki gün benzer bir tepki gösterince şaşırdım.
“Niye böyle düşünmeye başladın” diye sorduğumda çok net bir yanıt verdi:
“31 Mart’tan bu yana iyi bir sınav vermedi. Hakkı değil çıkarı, vicdanını değil gücü tercih etti. Tokatlıların kahvesinde söylediklerine bakarsan hiç de öyle durumdan rahatsızmış gibi görünmüyor.”
Tokatlıların kahvesinde söylediklerini atlamıştım.
Açtım okudum.
Yıllarca en ön sıralarda siyaset yapmış “efsane” bir siyasetçi olarak, “kenardan köşeden bir ilçeden gelmiş, adı sanı duyulmamış” genç bir siyasetçinin karşısında seçimin neden böyle sonuçlandığını sorgulamak yerine, seçimden sonra sosyal medya fenomenine dönüşen Ali İhsan Yavuz’un kıvamında konuşmuş.
YSK’nın adalet yoksunu kararını  izah etmeye çalışırken, kendisini rakamlara boğmuş ve “şöyle olsa şöyle olurdu” tarzı bir sürü cümle kurmuş.
Pendik Sanayi ve İş Adamları Derneği’nin iftar yemeğinde konuşurken de hızını alamayıp “asıl mağdur benim” mesajı vermiş.

KAZANIRSA MAZBATASI YSK KARARI GÖLGESİNDE KALACAK

31 Mart gecesinden bu yana söylediklerini, yaptıklarını bir kenara bırakıyorum. Şu YSK kararından sonra, son iki gece yaptığı açıklamalar dahi kendisiyle ilgili oluşan o güçlü algıyı pekiştirir nitelikteydi.
Kendi arzusu ile dahi girmediği bir İstanbul yarışı uğruna, inandığını düşündüğüm değerlerle çelişen, vicdanları yaralayan, ülke demokrasisinde onarılması güç bir yara açan YSK kararına yönelik bu kayıtsız, kaygısız tavrı, yaklaşık 15 yıldır bende oluşan Binali Yıldırım fotoğrafı ile hiç uyuşmuyordu.
Büyük ihtimalle seçimi yine kaybedecek.
Belki de Başkan Yardımcısı olup Ankara’da siyasete devam edecek.
Ancak, bu saatten sonra (Tayyip Erdoğan, AK Parti, YSK, devlet imkanları, Devlet Bahçeli ve MHP’nin topyekun kampanyası sayesinde) kazansa bile mazbatası her daim 6 Mayıs tarihli YSK kararının gölgesinde kalacak.
Ben de bugünden sonra  Sayın Yıldırım ile ilgili “Benim bildiğim Yıldırım....” diye başlayan cümleler kurmayacağım.
Zira kendisini yeterince bilmediğimi fark ettim.
Ez cümle, siz haklı çıktınız.