Geçenlerde bir gazeteci büyüğüm ile sohbet ediyorduk.
Hürriyet Gazetesi’nde çalıştığımız günlerden söz açıldı.
“Farkında mısın, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, Aydın Doğan’ın medya dışında kaldığı ilk seçimi kaybetti” dedi.
Düşününce hak verdim ve karşılıklı gülüştük.
Gülüştük ama aslında konuştuğumuz trajik bir durumdu.
Özellikle seçim dönemlerinde Hürriyet’in hedef tahtasına konulduğu gerilimli günleri ve AK Parti’nin bu gerilimi oya tahvil ettiği yorumlarını anımsadık.
2015 yılı sonbaharında da hükümet ve hükümete yakın medya kuruluşları Hürriyet’i aleni bir şekilde hedef tahtasına koyuyordu.
6-8 Eylül günleri gazete binaları Ankara’da bir İstanbul’da iki kez saldırıya uğradı. Yakın görüştüğüm bir AK Parti milletvekiline (şu anda partiyi eleştirenlerden biri) “Yanlış yapıyorsunuz, ateşle oynuyorsunuz” dediğimde, “Abartma, seçim ortamının etkisindendir, geçer gider. Doğan Grubu ile çatışma en az yüzde 5 oy getiriyor bize” demişti.
Bu sözleri duyunca kanım donmuştu. Zira karşılaştığımız saldırılar hafife alınır cinsten değildi. Mesela İstanbul’da cam çerçeve inmiş, kapı kırılmış, güvenlik güçleri zamanında müdahale ile kalabalığın binaya girmesini, bina içinde bir saldırıya girişmesini, ramak kala engellenmişti.
Ankara’da ise büronun girişinde lastik yakan kalabalık arasında sloganların şehvetine kapılıp bizlere bağırarak Sivas’ı hatırlatanlar vardı.

SİVAS’I UNUTMADIK Kİ HATIRLAYALIM

O grubun hatırlatmasına gerek yoktu.
Sivas’ta azgın bir kalabalığın yaktığı Madımak Oteli’nde can veren 35 kişiyi, o kara günü, 2 Temmuz 1993’ü unutmamıştık ki hatırlayalım:
Sivas’tan gelen haberlere inanamıyorduk. 20’li yaşların başlarında gençlerdik. Öfkemizden ve çaresizliğimizden duvarları yumrukluyorduk.
En ufak bir öğrenci eyleminde, eylemcilerin on katı kadar güvenlik gücü yığan hükümetin, Sivas’ta yaşananları film gibi izlemesi hepimizi çıldırtmıştı.
Ölenlerin isimleri tanıdıktı.
Kimi okuduğumuz şair, kimi bağlamasına vurulduğumuz ozandı. Semah ekibini Ankara’da kim bilir kaç kez izlemiştik.
Akşam ajansında saldırının görüntüleri dönüyordu.
Gözü dönmüş katillerin “Allah’ım bu senin ateşin”, “Cehennem ateşi işte” naraları duyuluyordu.
Günler geçmek bilmiyordu. Sivas’tan operasyon ve gözaltı haberleri bir biri ardına geliyor ama hiç kimsede adaletin yerini bulacağı hissi oluşmuyordu (neticede o adaleti hiçbir zaman göremedik).
Ankara’da, cenaze törenin yapılacağı 6 Temmuz 1993 günü, erken saatlerde Pir Sultan Abdal Derneği’nin Dikmen’deki merkezine gittik. Mahşeri bir kalabalık ölenlerin fotoğraflarını taşıyordu.
Biz hep yazarların, sanatçıların isimlerine odaklanmıştık ama semah ekibindekiler daha çocuktu. Fotoğraflardaki çocuk gülüşleri kalmıştı geriye.
Ailelerin acısı çok büyüktü ve hiç dinmeyecek cinstendi.
Yüzbinlerce insan Dikmen’den Karşıyaka Mezarlığı’na kadar yürüdük.
O barbarlığa, ateşten beslenen katil sürüsüne karşı tek yürek olmuştuk ama gidenler geri gelmiyordu.
O çocukların çerçevelere sığmayan gözleri, çocuk gülüşleri bakanı yakıyordu.
Koray Kaya 12, Menekşe Kaya 15, Asuman Sivri 16, Özlem Şahin 17, Nurcan Şahin 18, Belkıs Çakır 18, Yasemin Sivri 19, Serpil Canik 19 ve Serkan Doğan 19 yaşındaydı. Aradan geçen 26 yılda yine çocuk kaldılar.
Büyük şair Nazım Hikmet’in dediği gibi: “Büyümez ölü çocuklar.”
Oysa geride kalanlar büyüdü, yaşlandı, acılara, adaletsizliğe katlanmasını öğrendi.
Adaletten umudu kesseler de unutmadılar Sivas’ı ve söz verdiler:
“Unutursak, kalbimiz kurusun!”