Bu yazıda Ekrem İmamoğlu ve Binali Yıldırım’ın katıldığı açık oturumu yazmak isterdim ama yazıyı teslim etmem gereken saatte o oturum henüz yapılmamıştı.
O nedenle, bugün çoğunuzun ilgi göstermediğini, belki de sevmediğini düşündüğüm bir konudan, Türkiye’nin dış politikasından söz edeceğim:
Bildiğiniz üzere, temelinde Atatürk’ün “Yurtta sulh cihanda sulh” sözü vardır. Atatürk’ün çizdiği bu çerçeve sayesinde, geçmişi savaşlarla dolu ulusumuzun, başka devletlerle yaptığı son savaş kurtuluş savaşı olmuştur ve Türkiye, 100 yıldır hiçbir savaşa girmemiştir.
İlgili bakanlığa “savaş” değil “savunma” bakanlığı adı verilmiştir.
Hava Kuvvetlerimiz de “savunma” üzerine şekillendirildiği için B-52 tarzı bombardıman uçaklarını envanterine hiçbir zaman katmamıştır.
(1974’teki Kıbrıs harekatını hatırlatanlar olabilir ama o harekat, Ada’daki Türklerin can güvenliği için yapılmış bir müdahaledir ve merhum Başbakan Ecevit’in de dediği gibi bir “barış harekatı”dır.
Onun dışında Mehmetçik Türkiye sınırları dışına ya terörle mücadele ya da uluslararası barışı koruma operasyonları için gitmiştir.
NATO uçakları Kosova’da Rusya destekli Sırplara operasyon yaptığında dahi bizim uçaklarımız gözetleme görevi almış, bombardımanlara katılmamıştır.)
Türkiye, 20. Yüzyıl’a damgasını vuran iki kutuplu dünyada NATO’ya katılarak tercihini Avrupa Atlantik ittifakından yana koydu, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki 60 yıl boyunca da hem savunması, hem dış politikasını ittifakın izlediği politikalara paralel olarak kurguladı.
AK Parti iktidarının ilk 5 yılında bu durum değişmedi. Hatta Türkiye o dönemde AB ve haliyle NATO ile ilişkilerini zirveye çıkardı.
Özellikle Ahmet Davutoğlu dış politikanın dümenine geçtikten sonra “eksen kayması” olarak nitelediğimiz ciddi kırılmalar yaşandı ve bugün o değişim meyvelerini vermeye başladı.
Arap Baharı’nın fırsata çevrilebileceğini ve Ortadoğu’da Baas rejimleri yerine Müslüman Kardeşler zihniyetinin iktidara gelebileceğini düşünen AK Parti hükümetleri, bölgedeki geçici değişimleri doğru okuyamadı.
Beşar Esad’ı devirme girişimlerine ortak olmak, başlangıcında ABD ile girilen Suriye’de, zamanla Rusya ve İran’la müttefik olmak, işin sonunda Mehmetçiğin Suriye’ye girmek zorunda kalması, bugün hem (Fırat’ın doğusunda) ABD, hem (İdlib’de) İran ve Rusya’yla askeri açıdan karşı karşıya gelmek, yanlış kararların sonuçlarıydı. Bugün geldiğimiz noktada;

  • Doğu Akdeniz’de yalnızız.

  • Kıbrıs davasında yalnızız.

  • Terörle mücadelede yalnızız.

  • Suriye’de yalnızız.

  • Ortadoğu’da yalnızız.

  • NATO’da yalnızız.

  • Avrupa’da yalnızız.

  • Ağır bedeller ödediğimiz göç konusunda yalnızız.

  • Küresel dünyanın ekonomik ittifakları karşısında yalnızız.

  • İçerideki demokrasi mücadelesinde yalnızız.


Listeyi uzatabilirim ama yazmaya yer yok. Kendimizi kandırmayalım. Bu yalnızlık değerli değil, sancısını derinden yaşadığımız, ülkemize bedel ödeten olumsuz bir durumdur. “Herkes bize düşman” yaklaşımı, dış politikada başarısızlığı örtbas etme çabası güden bir kolaycılıktır. Dış politikada “dostluklar”, “düşmanlıklar” değil “çıkarlar” belirleyicidir. Türkiye, yeniden Atatürk’ün çizdiği çerçeveye dönmeli, artık çıkarları doğrultusunda adımlar atıp, yalnızlık kabuğunu kırmalı, müttefiklerini artırmalıdır.


Bu fotoğrafı sevdim


Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın seyahatlerinde çekilen uçak fotoğraflarında, genelde Erdoğan ortada, çok sayıda sakallı bıyıklı erkek etrafında, arada da çoğu zaman bir, en fazla iki sembolik kadın olurdu. Tacikistan seyahatinde çekilen fotoğrafta ise altı kadın vardı. Bu değişimi sevdim ve bu hassasiyeti gösteren İletişim Başkanı Fahrettin Altun’u kutlamak istedim.