Evrenin ne zaman oluştuğu sorunu, fizik olmaktan çok felsefi bir meseledir. Çünkü cümledeki “evren”, “zaman” ve “oluşma” gibi kelimelerin, hiçbirinin benim gibi sıradan bir insanın kavrayabileceği netlikte bir tanımı yoktur. Yine de söze bir yerden başlamak gerektiği için, bilim adamlarının yalancısı olarak yerküremizin bundan 4.54 milyar yıl önce çok sıcak bir gaz bulutu olarak “dünyaya geldiğini” söylemek istiyorum. Bu 4.54 milyar yıl ölçümünden emin değilim. Ama o zamanlar, bugün anladığımız manada bir canlının var olmadığından yüzde yüz eminim. Çok açıktır ki; canlılar, kendilerinden önce var olan cansız maddelerden inşa edilmiştir.
Aşk, nefret, kıskanma, üzülme veya sevinme gibi ruhsal duyguları olan canlılar, ilk canlılardan çok sonra oluşmuştur. Yine çok açıktır ki; ruh denen şey, ancak canlılar belli bir mükemmeliyete erişince ortaya çıkmıştır. Ruhu olan canlılardan oluşan ama onların toplamından ibaret olmayan ve ayrı bir ruhu olan “toplum” denen canlı türleri ise çok daha sonraları ortaya çıkmıştır.

CANSIZLAR, CANLILARIN AKLINI BAŞINA GETİRMİŞTİR

Cansız şeylerle, onlardan kurulu canlıların birlikte var olması bir çelişki yaratmamıştır. Ruhu olan gelişmiş canlılar, ruhsuz canlılar ve cansızlar evrenindeki sebep-sonuç ilişkilerini gözlemleyerek, üstelik bir de zeki canlılar haline gelmiştir. Ancak ruhu olan birey ile ruhu olan “üst canlı” toplumun birlikte yaşamaya mecbur olması yaman bir çelişki kaynağıdır. Çünkü her ne kadar toplumlar, bireylerden kurulu iseler de toplumlar bireylerden ibaret değildir. Bireyler “sonlu ömürlü” yani fânidir. Toplum ise bireye nazaran “sonsuz” ömürlü yani bakidir. Ömür sürelerinin farklı oluşu, “birey–toplum” çelişkisi yaratmıştır. Birey, kendi sınırlı ömrü içinde, hayattan azami tatmini alacak şekilde davranmaya programlanmıştır. Yani fıtraten bencildir. Toplum ise bireyden diğerkâm olmasını ister. Diğerkâmlık son tahlilde bireyin kendisi için de iyidir. Çünkü herkes, “diğer”dir. Dinler, bu çelişkiyi ortadan kaldırmak için bireye kendisinin de “sonsuz ömürlü” olduğunu söyler, yani ahirete inanmasını ister. Böylece ontolojik (yaradılıştan gelen) “birey-toplum” menfaat çelişkisinin ortadan kalkmasını bekler. Bu, ahlak içindir.

AHLAK VE İKTİSAT

İktisat, bir toplumsal (sosyal) bilimdir. Böyle olduğu için de öncelikle bir ahlak bilimidir. “Ahlak, toplum tarafından geliştirilen ve bireyin hareket alanını kısıtlayan yasaklar manzumesidir. Amacı, bireyin kısa vadeli kişisel çıkarını kollarken, uzun vadeli toplum çıkarına halel getirmesini önlemektir. İktisatta “kısa vade-uzun vade tercihleri”, “bütçe dengesi”, “dış ödemeler dengesi”, “faiz ve kur” gibi makro veya “ihale yasası”, “yap-işlet-devret”, “vergi affı”, “imar veya vergi barışı”, “servet/stok affı” gibi düzenleme tartışmaları, aslında ahlaki tartışmalardır. İktisat biliminin kurucusu Adam Smith’in (1723-1790) ahlak profesörü olması da tesadüf değildir.

Son söz: Ahlak, don paçası ile uçkuru arasına sığmaz.

Tüm okurlarımın şeker bayramını kutlarım.