“İngiltere ve Batılı devletler Ankara’ya karşı sistematik olarak direnirlerse, Türkiye’deki yeni rejim (Cumhuriyet) ve Mustafa Kemal devrilebilir.” (İngiliz Büyükelçisi R. Lindsay, 1925)


Yarın 29 Ekim, Cumhuriyet Bayramı... Yarın, Cumhuriyetimizin 96. yıl dönümünü kutlayacağız. 100 yaşına 4 kala Cumhuriyetimiz içeriden etnik-bölücü ve tarikatçı-cemaatçi, dışarıdan ise “emperyalist” bir kuşatmayla çevrilmiş durumda... Dahası, bir taraftan Cumhuriyetin tüm kazanımları sistemli olarak yok edilirken, diğer taraftan “Başkanlık Sistemi” ile fiilen Cumhuriyetten meşrutiyete geri dönülmüş durumda... 96. yılında Cumhuriyetimiz, gerçek anlamda bir “beka sorunu” ile karşı karşıya... Oysa ki bizim Cumhuriyetimiz, emperyalizme karşı verilen bir bağımsızlık savaşı sonunda emperyalizme rağmen kurulan bir Cumhuriyetti.

BAĞIMSIZLIK ATEŞİNDEN ÇIKAN REJİM

Bizim Cumhuriyetimiz, emperyalizme karşı yürütülen “milli hareket” sırasında ete kemiğe büründü. Cumhuriyetimiz, bir bağımsızlık savaşının ateşiyle harlandı. Bu bakımdan bizim Cumhuriyetimiz diğer Cumhuriyetlerden farklıdır. Bizim Cumhuriyetimiz sadece sarayın/sultanın değil, aynı zamanda emperyalizmin baskısından da kurtuluşu simgeler. Bu nedenledir ki Atatürk, “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” diyerek Cumhuriyeti tanımlarken sarayla/sultanla birlikte emperyalizme de gönderme yapar. Yani, egemenlik ne sarayın/sultanın ne de emperyalizmindir; egemenlik milletindir. Dolayısıyla bizim Cumhuriyetimiz “laik” ve “bağımsız” bir Cumhuriyettir.

I. Dünya Savaşı’nda ve Mili Mücadele’de ülke gerçek bir “beka sorunu” ile karşı karşıya kaldı. Ancak saray/sultan, ülkenin “beka sorununu” çözemedi. İşte bu durum, “milletin kendi kaderini kendi eline almasına” neden oldu.

İsmet İnönü bu durumu şöyle açıklıyor: “Osmanlı’da, (...) yeni ümitler veliahtlara bağlanırdı. Sistem olarak Cumhuriyet şekli, bizde daha ziyade Harbi Umumi içinde ve sonralarında, daha net olarak da Mütareke devrinde doğmuştur ve her türlü tecrübeyi gördükten sonra, tam bir kanaat haline gelmiştir.” (İsmet İnönü, Hatıralar, s. 441,442)

1918’de Mondros Mütarekesi’nden hemen sonraki işgallere karşı, milletin bir bölümü, sarayın/sultanın ağzına bakmadan Kuvayı Milliye örgütleri kurup, yerel kongreler düzenleyerek fiilen “kendi kaderini kendi eline” aldı. İşte Atatürk, bu milli karardan bir Cumhuriyet çıkarmayı başaracaktı. 1920’de milletin temsilcilerinden oluşan TBMM açılarak, 1921 Anayasası’nda “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” denilerek, 1922’de saltanat kaldırılarak Cumhuriyetin alt yapısı hazırlandı.

Yani bizim Cumhuriyetimiz, saraydan/sultandan umudu kesen halkın kendi kaderini kendi eline almasıyla doğan bir Cumhuriyettir, gerçek anlamda bir halk Cumhuriyetidir.

Emperyalizme karşı verilen bir savaş sırasında “kendi egemenliğini kendi eline alan” halkın antiemperyalist mücadelesiyle doğan Cumhuriyetimizi “emperyalizmin eseri” gibi göstermek ise ya ahmaklıkla ya da alçaklıkla açıklanabilir.

İngilizler saltanatın hilafetin devamından yanaydı


Atatürk ve Cumhuriyet düşmanı saltanatçılar ve hilafetçiler, öteden beri Türkiye’de Cumhuriyetin bir “emperyalist proje” olduğunu iddia ederler. Yani onlara göre Türkiye’de Cumhuriyetin ilan edilmesini isteyen İngilizlerdi! Güya Lozan’da İsmet Paşa, İngilizlere, Cumhuriyeti ilan etme ve halifeliği kaldırma sözü vermişti!

Atatürk ve Cumhuriyet karşıtlarına göre Türkiye düşmanı İngilizler, Türkiye’de saltanata ve hilafete karşı Cumhuriyeti savundular! Ancak bu tez, bazı dedikodular dışında hiçbir tarihi, bilimsel ve mantıklı temele dayanmayan bir palavradır. Çünkü İngiliz emperyalizmi, tarihsel tecrübelerle, bir milleti değil, bir adamı (sultanı/halifeyi) kontrol edip kullanmanın çok daha kolay olduğunu iyi biliyordu. İngilizler bu nedenle, İstanbul’u işgal ettiklerinde Son Osmanlı Mebusan Meclisi’ni basarak “milli irade”ye son verdiler ve Ankara’da açılan TBMM’yi etkisiz hale getirmek için Yunan ordularını Anadolu içlerine sürmek dahil her yolu denediler. Türkiye’de bir taraftan “milli iradeyi” yok etmek için uğraşan İngilizler, diğer taraftan Halife/Padişah Vahdettin’i koruyup, kollayıp, kontrol edip kullandılar. İngilizlerin Anadolu’yu paramparça ederek Türk milletini esir, sefil etmeyi amaçladıkları Sevr Antlaşması’nda “saltanat ve hilafet kaldırılacak, Cumhuriyet ilan edilecek” diye bir madde yoktu; tam tersine Osmanlı saltanat ve hilafetinin devam edeceği; sultanın İstanbul’da oturacağı belirtiliyordu. Yani, bizim yobazların iddia ettiği gibi İngiliz emperyalizmi, Türkiye’de saltanatın, hilafetin kaldırılmasına, Cumhuriyetin ilan edilmesine taraftar değildi. Bu nedenle İngilizler, Ankara’daki halkın temsilcilerinden oluşan TBMM hükümetini yok etmek için mücadele ederken İstanbul’daki saray hükümetini koruyup kolluyordu. Ankara’daki meclise, milli iradeye, Cumhuriyete savaş açan İngiliz emperyalizmi, İstanbul’daki saraya (saltanata/hilafete) sarılıyordu.

İngiltere, Cumhuriyeti tanımak istemedi




İngilizler, 13 Ekim 1923’te Ankara’nın başkent yapılmasını, 29 Ekim 1923’te de Cumhuriyetin ilan edilmesini büyük bir şaşkınlıkla karşıladılar. Ankara merkezli Türkiye Cumhuriyeti’nden çok rahatsız oldular. Türkiye Cumhuriyeti’ni tanımamak için önce Lozan’ın onaylanmasını olabildiğince geciktirdiler, sonra da Cumhuriyetin başkenti Ankara’ya büyükelçi göndermemek için uzun süre direndiler. Hatta İtalya ve Fransa gibi diğer Avrupa devletlerinin de Ankara’ya elçi göndermemesini istediler. Çünkü İngilizler, Ankara merkezli Türkiye Cumhuriyeti’nin çok değil, bir iki yıl içinde yıkılacağını umuyorlardı. Bunun için mümkün mertebe Türkiye Cumhuriyeti ile kalıcı ilişkiler kurmak istemediler.

Türkiye’de 1923’te Cumhuriyet ilan edildiğinde İngiltere, Türkiye ile büyükelçilik düzeyinde diplomatik ilişki kurmak istemedi. Lord Curzon’a göre Osmanlı İmparatorluğu ile büyükelçilik düzeyindeki diplomatik ilişkiler normaldi, ancak Türkiye Cumhuriyeti ile büyükelçilik düzeyinde ilişki kurmak bu “küçük” ve “yoksul” ülkeye fazla değer vermek olurdu!

İstanbul’daki İngiliz Yüksek Komiser Vekili Henderson, 3 Eylül 1923’te Londra’ya şunları yazıyordu: “Ankara’ya sürekli bir görevli atamak için acele edilmesine karşıyım. Londra’ya atanacak Türk konsolosuna karşılık Ankara’ya bir konsolos atayabiliriz. Bu atama için de barış anlaşmasının (Lozan’ın) yürürlüğe girmesini neden beklemeyelim? Bu da gelecek yıl sonunu bulur ve o zamana kadar çok şey değişebilir. (...) Ankara’daki Türkler İngilizlerden öylesine nefret etmektedirler ki eğer bugünkü hükümet bizim desteğimiz olmadan ayakta kalabilirse, o zaman burada bir büyükelçilik bulundurmak veya bulundurmamak zaten pek fark etmeyecektir. Bugünkü Türk hükümeti ayakta duramazsa, ki uzun zaman duramaz kanısındayım, o zaman İngiliz büyükelçiliği hangi şehirde oturursa Türk hükümeti de oraya gelecektir. Bizim desteğimizle Türkiye ayakta kalabilir, ama bizim desteğimiz olmazsa, Türkiye’nin anarşiye sürüklenmesi kaçınılmaz. Bu anarşide şimdiki hükümet düşecek ve bizimle iş birliği yapacak yeni bir hükümet iş başına gelecektir.” (Bilal Şimşir, Ankara, Bir Başkentin Doğuşu, s. 242)

Görüldüğü gibi İngilizler, Ankara merkezli yeni Türkiye’nin uzun süre ayakta kalamayacağını düşünüyordu. Lozan yürürlüğe girmeden Ankara’ya büyükelçi atamak istemiyordu. Bu arada mümkün olduğunca Lozan’ın onayını geciktiriyordu. Bu sırada Ankara’daki Türk hükümetinin yıkılmasını bekliyor; İngiliz desteği olmadığı halde Türk hükümetinin ayakta kalamayacağını, anarşiye sürüklenerek düşeceğini, onun yerine, İngilizlerle iş birliği yapacak yeni bir hükümetin kurulacağını hayal ediyordu.

Henderson, 20 Kasım 1923’te Lord Curzon’a yazdığı raporda şöyle diyordu: “Bugünkü Büyük Millet Meclisi beklenmedik biçimde sahneden çekilmedikçe Ankara yıllarca başkent kalabilir. Hatta bu meclisin sahneden çekilmesi bile, saltanat diriltilmedikçe, mutlaka İstanbul’a geri dönüleceği anlamına gelmez.  (...) Ben bugünkü Büyük Millet Meclisi’nin iki yıllık ömrü olacağını ve Ankara’nın da en az iki yıl başkent kalacağını sanıyorum. (...) Majesteleri temsilcisinin Ankara’ya taşınması Türk hükümetini ve Mustafa Kemal’i elbette çok memnun edecektir. Ama bu taşınma majesteleri hükümetinin tatsız ve aşağılayıcı bir taviz vermesi anlamına gelir kanısındayım.” (Şimşir, s, 268)

Handerson, 20 Kasım 1923’te Londra’daki Lacelot Oliphant’a gönderdiği bir mektupta da şöyle diyordu: “Ankara’nın en az iki yıl başkent kalacağını düşünüyorum. Türkiye’nin geleceğinin böylesine karanlık olduğu bir dönemde (...) hiçbir şey kalıcı değil. Ama Ankara, Mustafa Kemal’in ömrü boyunca başkent olarak kalabilir. Kesinlikle emin olduğum şudur ki saltanat diriltilirse İstanbul yine başkent olacaktır. Ama muhalefet, Mustafa Kemal’i devirse bile padişahı geri getirip tahta oturtacak demek değildir. Mustafa Kemal’in hastalığı da pek ağır görünmüyor.” (Şimşir, s. 268)

Görüldüğü gibi İngilizler, “TBMM’nin sahneden çekilmesini”, Ankara’nın yerine yeniden İstanbul’un başkent olmasını, bunun için de “saltanatın diriltilmesini” istiyordu. İngilizler TBMM’ye çok değil, iki yıl ömür biçiyordu. Türkiye’nin geleceğini “karanlık” olarak görüyordu. İngiliz temsilcisinin İstanbul’dan Ankara’ya taşınmasını “aşağılayıcı bir taviz” olarak değerlendiriyordu. Ankara’nın en fazla Mustafa Kemal’in ömrü boyunca başkent kalacağını, “saltanat diriltilirse İstanbul’un yine başkent olacağını” umuyordu. “Saltanatın dirilmesi” için de Cumhuriyeti kuran Mustafa Kemal’in devrilmesini bekliyordu.

Türkiye’de Ankara merkezli Cumhuriyetin ilan edildiği 1923 ile 1930 arasında Türkiye ile İngiltere arasında çok zorlu bir diplomatik savaş yaşandı. Lord Curzon, “Majesteleri hükümeti Ankara’ya bir büyükelçi göndermemeye kararlıdır” dedi. İngiltere, 1581’den beri Türkiye’deki diplomatik temsilciliğini ilk kez Cumhuriyet döneminde büyükelçilikten elçiliğe indirmeyi düşündü. Karşılıklı notalar alınıp verildi. İngiltere, Fransa ve İtalya’yı da yanına alarak Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı direndi. 1925’te Türkiye Cumhuriyeti, büyükelçilerini Ankara’ya göndermeyen İngiltere, Fransa ve İtalya’ya bir nota verdi. “İngiltere kralının ve hükümetinin Türkiye Cumhurbaşkanı katında doğrudan temsil edilebilmeleri için büyükelçilerin ancak Türkiye’nin başkenti olan Ankara’da ikamet etmeleri gerektiği” bildirildi. Buna karşın İngiliz Büyükelçisi R. Lindsay, 24 Mayıs 1925’te Londra’ya gönderdiği raporda büyük devletlerin Ankara’ya karşı direnmelerini istiyor, “direnmekle zaman kazanmış oluruz ve bu tek adam rejiminin ne kadar ömrü olduğunu kimse söyleyemez” diyordu. Lindsay, “İngiltere ve Batılı devletler Ankara’ya karşı sistematik olarak direnirlerse, Türkiye’deki yeni rejim (Cumhuriyet) ve Mustafa Kemal devrilebilir” diye düş kuruyordu. (Şimşir, s. 232, 336) Cumhuriyetin ilk yıllarında Türkiye’ye atanan İngiliz büyükelçileri Ankara’da değil, İstanbul’da oturdular; Cumhuriyetin başkentini boykot ettiler. Öyle ki Cumhuriyetin ilanından iki yıl sonra, 1925’te, İstanbul’da 18, Ankara’da ise sadece 5 ülkenin temsilciliği vardı. İngiltere’nin Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı kurduğu direniş cephesi ancak 1928’de çöktü. Birçok ülke büyükelçiliğini Ankara’ya taşıdı. İngiliz temsilcilerin “iki yıla kalmaz yıkılır” dediği Cumhuriyetimiz yıkılmayınca İngiltere de 6 yıl direndikten sonra, 1930’da büyükelçiliğini Ankara’ya taşıdı.

Demem o ki, İngiliz emperyalizmi, Osmanlı meşruti monarşisinin küllerinden doğan Cumhuriyeti tanımak istemedi. Lozan’ın onayını geciktirdi. Ankara’ya büyükelçi göndermemek için uzun süre direndi. TBMM’nin yıkılmasını, saltanatın yeninden dirilmesini, Atatürk’ün devrilmesini bekledi. Cumhuriyetin çok değil, iki yıl içinde yıkılacağını öngördü.

Cumhuriyetimizin 96. yaşı kutlu olsun. Nice 96 yaşlara...