“Trakya, 6 Ekim 1922 öğleden sonra saat 6’ya kadar TBMM hükümetine teslim edilmediği takdirde 6/7 Ekim’de İstanbul üzerine harekete geçiniz” (Atatürk’ün İsmet Paşa’ya verdiği emir, 6 Ekim 1922)


Dün, 6 Ekim, İstanbul’un yeniden vatan yapılışının 96. yıldönümüydü. 13 Kasım 1918’de İstanbul’un işgal edildiği gün Adana’dan İstanbul’a gelen Atatürk, Boğaz'daki işgal donanmasını görünce “Geldikleri gibi giderler” demişti. Aradan 5 yıl geçti. Kurtuluş Savaşı kazanıldı. İşgalciler, 2 Ekim 1923’te gerçekten de “Geldikleri gibi gittiler.”

Peki, ama Atatürk, İngilizleri “geldikleri gibi gitmeye” nasıl mecbur etti? İstanbul, üstelik savaşsız, silahsız, kurşunsuz biçimde yeniden nasıl fethedildi?

İşte gerçekler...

İŞGALDEN KURTULUŞA İSTANBUL

Sağda, ‘Şükrü Naili Paşa İstanbul’da’ yazıyor. Sol manşette de ‘İstanbul’un İkinci Fethi’ yazıyor. Hemen altında ise ‘İstanbul ve Beyoğlu ahalisi hasretle beklediği kahraman ordumuza dün kavuştu’ yazıyor. (Tanin, 7 Ekim 1923)


Osmanlı, 30 Ekim 1918’de Mondros Mütarekesi’ni imzalayıp I. Dünya Savaşı’ndan çekildi. İtilaf devletleri, Mondros’un 7. ve 24. maddelerine dayanarak Anadolu ve civarında işgallere başladılar. 13 Kasım 1918’de fiilen, 16 Mart 1920’de de resmen İstanbul’u işgal ettiler. Böylece 1453’ten itibaren tam 465 yıldır Osmanlı’ya başkentlik yapan İstanbul 5 yıl düşman çizmeleri altında çiğnendi.

İngilizler, İstanbul’a sahip olabilmek için Anadolu içlerine sürdükleri Yunan ordularına güveniyordu. Ancak Atatürk’ün başkomutanlığındaki Türk orduları, 1921’de Sakarya’da, 1922’de de Afyon’da ve Dumlupınar’da Yunan ordularını yenip Anadolu’dan atınca, İngilizlerin güvendiği dağlara karlar yağdı!

Manşette şöyle yazıyor, ‘Dün şanlı ordumuz mücahede-i milliyenin en büyük zaferini de kazandı ve İstanbul’u ikinci ve son defa feth etti.’ (Tevhid-i Efkar, 7 Ekim 1923)

Çanakkale olayı


9 Eylül 1922’de İzmir’i yeniden vatan yapan Türk orduları, Atatürk’ün emriyle Çanakkale’ye doğru ilerlemeye başladı. Fransızlar ve İtalyanlar artık Türklerle savaşmak istemiyordu. Bu nedenle Çanakkale’ye doğru ilerleyen Türk ordularının karşısında sadece 8.000 İngiliz piyadesi ile 28 İngiliz topu vardı. Bu durum İngiltere’yi çok telaşlandırdı.

İstanbul’daki İngiliz İşgal Kuvvetleri Komutanı General Harington, 9 Eylül 1922’den itibaren Çanakkale’ye yığınak yapmaya başladı. İngilizler, bölgedeki asker ve silah sayısını arttırdı.

12 Eylül 1922’de İzmir’deki İngiliz Konsolosu Lamb, Atatürk’e “Siz İngiltere hükümetine savaş mı ilan ediyorsunuz?” diye sordu. Atatürk, bu soruya, Yunan’ı destekleyen İngilizlerin cevap vermesi gerektiğini söyledi.

15 Eylül 1922’de İngiliz Kabinesi toplandı. İngiltere, Çanakkale’ye doğru ilerleyen Mustafa Kemal’in askerlerini durdurmak için kuvvet kullanmaya karar verdi. Ancak İstanbul ve civarında yeterli kuvvetleri yoktu. Bu nedenle 16 Eylül 1922’de İngiliz Sömürgeler Bakanı Churchill, yayımladığı bir bildiriyle Müttefiklerden, Balkan ülkelerinden ve sömürgelerden “Çanakkale’ye ilerleyen Kemalist kuvvetlere karşı” yardım istedi. Ancak artık kimse savaş istemiyordu. İtalya, Fransa, Romanya, Yugoslavya ve tüm sömürgeler (Yeni Zelanda hariç) İngiltere’nin yardım isteğini reddettiler.

16 Eylül 1922’de Türk orduları Bandırma’ya girdi. Yunan ordusunun son kalıntıları da Anadolu’dan çekildi.

19 Eylül 1922’de İtalya ve Fransa, Çanakkale’deki birliklerini Avrupa yakasına aldılar.

Bu sırada Sovyet Rusya ve neredeyse tüm İslam dünyası, İngiltere’ye karşı Türkiye’nin yanında yer aldı.

Böylece İngilizler, muzaffer Türk orduları karşısında İstanbul’da yapayalnız kaldılar.

Bu sırada İstanbul’daki Fransız Yüksek Komiseri General Pelle, İzmir’e giderek Atatürk’le görüştü. General Pelle, Atatürk’e “tarafsız bölgeye girilmemesi gerektiğini” söyleyince Atatürk “tarafsız bölgeyi” tanımadıklarını, Türk ordularını daha fazla tutamayacağını, Yunan işgalindeki Trakya’yı kurtarmak için Çanakkale’ye ilerlemeye devam edeceklerini söyledi.

General Pelle’den sonra da Franklin Bouillon Atatürk’le görüşmek için İzmir’e gitti. Atatürk ona da aynı şeyleri tekrarladı.

İngiltere, ne yapacağını bilemiyordu. 19 Eylül 1922’de İngiltere, Fransa ve İtalya temsilcileri Paris’te buluştular. Curzon, Poincare ve Sforza tam üç gün boyunca Atatürk’e ne cevap vereceklerini görüştüler. Görüşmede tansiyon çok yükseldi. Öyle ki bir ara Fransız Başbakanı Poincare, büyük bir öfkeyle artık Türklerle savaşmayacaklarını söyledi. Barış için Mustafa Kemal’in isteklerini kabul etmekten başka çare olmadığını; Trakya’yı ve Edirne’yi kayıtsız şartsız Türklere vermek gerektiğini belirtti. İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Curzon bu teklifi reddedince “Fransız Başbakanı, İngiliz Dışişleri Bakanı'nın ağzını açmasına izin vermeden, suçlu öğrencisini paylayan kızgın bir öğretmen gibi konuştu; bağırdı, İngilizleri suçladı.” Bunun üzerine İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Curzon toplantıyı terk etti. Curzon, “şimdiye kadar böyle bir şey görmediğini söylüyor ve ağlıyordu.” (David Walder, Çanakkale Olayı, s. 277-280). Sonra Poincare özür diledi. Ortam biraz yatıştı. Müttefikler, 23 Eylül 1922’de bir nota hazırlayıp Atatürk’e gönderdiler. Notada özetle, barış görüşmelerinin başlayabileceği, Türkler “tarafsız bölgeye” girmedikleri takdirde Trakya ve Edirne’nin boşaltılıp Türklere verileceği belirtiliyordu. Yani Müttefikler, büyük oranda, Atatürk’ün isteklerini kabul ediyordu.

Bu sırada İngilizler, bölgedeki tüm gemilerini ve uçaklarını Çanakkale Boğazı'na doğru harekete geçirdiler. Çanakkale ve çevresinde siperler kazmaya ve etrafını tel örgülerle çevirmeye başladılar.

23 Eylül 1922’de Türk süvarileri, Müttefiklerin “tarafız bölge” kabul ettikleri alana girdi. Türk süvari birliği, İngiliz süvari birliğiyle burun buruna geldi. Ancak Türk süvarileri kendilerine verilen emir gereği, silahlarının namlularını yere çevirmişlerdi. İngiliz birliğinin başındaki subayın “tarafsız bölgeden geri çekilin” emrini dinlemediler. Bunun üzerine İngiliz birliği Erenköy’e çekildi. Türk süvarileri, Çanakkale’nin 15 km güneyindeki Erenköy’ü işgal ettiler. Bu oldubitti karşısında İngilizler ne yapacağını şaşırdı. İngiliz General Harington, Türkler Çanakkale’ye saldırmadıkça, Türklere karşı silahlı bir harekâta başvurulmamasını istedi.

Sonra General Harington ile Gazi Mareşal Atatürk arasında karşılıklı mektuplaşmalar başladı.

25 Eylül 1922’de Çanakkale’deki tel örgülere kadar yanaşan Türk birlikleri, 27 Eylül 1922’de Biga-Bayramiç-Ezine çizgisinde durdu. İkinci Çanakkale Savaşı’nın çıkması an meselesiydi.

Atatürk, 23 Eylül 1922 tarihli Müttefik notasına, 29 Eylül 1922’de cevap verdi. Atatürk, Meriç’in batısına kadar Trakya’nın hemen boşaltılıp Türkiye’ye bırakılmasını ve 3 Eylül 1922’de Mudanya’da ateşkes görüşmelerine başlanmasını istedi.

29 Eylül 1922’de İngiliz Kabinesi, Çanakkale’deki “tarafsız bölgeye” giren Türk birliklerinin gerekirse güç kullanılarak, silahla çıkartılması için İstanbul’daki General Harington’a yetki verdi. Ancak General Harington bu yetkiyi kullanmadı. Harington, İngiliz Kabinesi’ne yaptığı açıklamada, o koşullarda “ateş emri” vermesinin “barut fıçısına ateş etmek” olduğunu bildirdi. İngilizlerin, Türklere “kurşun sıkamamasının” nedenini sadece Harington’a bağlamak doğru değildir. İngiltere, eğer Atatürk’ün muzaffer ordusuyla savaşı göze alabilseydi, pekâlâ Harington’u görevden alabilir, başka bir komutanla Türkiye’ye savaş açabilirdi. Ancak İngilizlerin bölgede Türklerle savaşacak yeterli kuvveti yoktu. Sonunda Atatürk’ün, 29 Eylül 1922 tarihli önerisini kabul ederek Mudanya Konferansı’nın toplanmasına razı oldular.

Mudanya Mütarekesi Savaşsız toprak kurtaran zafer


3 Ekim 1922’de İsmet Paşa’nın başkanlığında toplanan Mudanya Konferansı’na Türkiye, İngiltere, Fransa ve İtalya katıldı. Asıl taraf Yunanistan ise katılmadı.

5 Ekim’de Fransızlar, Trakya’nın Türklere teslim edilmesini kabul ettiler. Ancak İngiliz ve İtalyan temsilcileri buna yetkili olmadıklarını belirtip hükümetlerine sormak için toplantıyı ertesi güne bıraktılar. Buna çok sinirlenen Atatürk, İsmet Paşa’ya gönderdiği bir telgrafta, Trakya, 6 Ekim 1922 öğleden sonra saat 6’ya kadar TBMM hükümetine teslim edilmediği takdirde 6/7 Ekim’de Türk kuvvetlerinin İstanbul’a yürümelerini emretti.

Fransa, General Pelle ve Franklin Bouillon ile Atatürk’ü yatıştırmayı denedi. Bu girişimler sonrasında Atatürk, İsmet Paşa’dan, verdiği emrin bir süre ertelenmesini istedi.

Sonunda İngiltere, 5 gün ayak diredikten sonra, Atatürk’ün isteğini kabul etmek zorunda kaldı.

11 Ekim 1922’de TBMM ile İtilaf devletleri arasında imzalanan Mudanya Mütarekesi ile Türk-Yunan savaşı sona erdi. Trakya boşaltılıp Türkiye’ye verildi. Ancak İstanbul hala İngiliz işgali altındaydı.

1922 yılı İngiliz yıllık raporunda aynen şöyle deniliyor: “Birçok bakımdan bu antlaşma Asya’nın Avrupa’ya karşı kazandığı bir zafer olarak görülmekteydi.” (Ali Satan, İngiliz Yıllık Raporlarında Türkiye 1922, s. 71)

Lozan imzalanmadan İstanbul’un yönetimini ele geçirdik


Şükrü Naili Paşa komutasındaki 3. Kolordu İstanbul Galata Köprüsü’nden geçiyor (6 Ekim 1923)


Atatürk, 19 Ekim 1922’de Refet Paşa’yı İstanbul’a gönderdi. 126 jandarma ile İstanbul’a giren Refet Paşa, büyük bir coşkuyla karşılandı.

Refet Paşa, İstanbul Hükümeti’nin yaptığı tüm kanun, anlaşma, sözleşme ve mali hükmün geçersiz olduğunu ilan etti.

TBMM, 1 Kasım 1922’de saltanatı kaldırınca 4 Kasım 1922’de İstanbul Saray Hükümeti istifa etti.

Refet Paşa, TBMM adına İstanbul’da Müttefiklerin denetimindeki Türk polisinin denetimini üstlendi. Müttefiklerin İstanbul’da kurmuş olduğu Gümrük Rejimi, Geçici Mali Komisyon, Karma Mahkeme, Uluslararası Sağlık Heyeti, Basına Sansür Kurulu ile Osmanlı Posta ve Telgrafları üzerindeki Müttefik askeri denetimine son verdi. Duyunu Umumiye’nin bazı gelir kaynaklarına el koydu. Yabancılara tanınan kapitülasyonları kaldırdı. Yabancı şirketlerin Türk mevzuatına tabi olacaklarını ve şirketlerin Türkçe kullanıp Türk kanunlarına uyacaklarını bildirdi. Yabancılara da belediye vergilerini ödeme zorunluluğu getirdi. İstanbul’a gelip giden yabancıların bundan sonra “Türk vizesi” alacaklarını, yabancı savaş gemilerinin Türk mevzuatına uyarak Türk limanlarına girebileceklerini duyurdu. Yaz saati uygulamasını bile değiştirdi. (Ali Satan, s. 88, 92, 94, 161)

Refet Paşa, TBMM adına İstanbul’daki Osmanlı saraylarının yönetimine de el koydu. Hatta Halife Vahdettin’in muhafızlarını da değiştirdi.

1922 İngiliz yıllık raporuna göre “Bu önlemler, Müttefik güçlerin hâkimiyetine açık bir meydan okumaydı.” (Ali Satan, s. 84)

Her geçen gün İstanbul’daki etkisini ve otoritesini kaybeden İngilizler, İstanbul’da sıkıyönetim ilan etmeye karar verdiler. Ancak sıkıyönetimin İstanbul’da karışıklığa ve “Anadolu’da bulunan Kemalist ordunun ilerlemesine” neden olacağını düşünerek bu karardan vazgeçtiler. İngiltere’nin İstanbul’a “takviye kuvvet gönderelim” önerisini de Fransa ve İtalya reddetti. (Ali Satan, s. 86, 87)

24 Temmuz 1923’te Lozan Antlaşması imzalandı. TBMM, 23 Ağustos 1923’te Lozan’ı onayladı. Lozan’ın onaylanmasından itibaren 6 hafta içinde İstanbul’un boşaltılması gerekiyordu. 2 Ekim 1923’te İtilaf devletlerinin İstanbul’daki son birlikleri, bir törenle Türk bayrağını selamlayarak İstanbul’dan ayrıldı. 6 Ekim 1923’te Şükrü Naili Paşa komutasındaki 3. Kolordu törenle İstanbul’a girip şehrin askeri yönetimini devraldı. O günden sonra 6 Ekimler “İstanbul’un Kurtuluş Bayramı” olarak kutlandı.

İstanbul’daki işgal kuvvetleri, Lozan’dan sonra, Ekim 1923’te İstanbul’dan çekildiler. Ancak Atatürk, (TBMM temsilcisi Refet Paşa eliyle) Lozan’dan bir yıl önce, Ekim 1922’de İstanbul’un yönetimini Müttefiklerden fiilen geri almıştı. Dolayısıyla İngilizlerin Lozan’dan sonra “geldikleri gibi gitmekten” başka çaresi yoktu.

Demem o ki, Atatürk, akılla, stratejiyle, diplomasiyle, kararlılıkla İstanbul’u yeniden vatan yaptı.


Kaynaklar

1. Bilal Şimşir, Doğunun Kahramanı Atatürk, İstanbul, 1999.
2. Selahattin Tansel, Mondros'tan Mudanya'ya Kadar, C.IV, İstanbul, 1991.
3. Ali Satan, İngiliz Yıllık Raporlarında Türkiye 1922, İstanbul, 2011
4. Şerafettin Turan, Türk Devrim Tarihi, 2.Kitap, 2. Bas, Ankara, 1998.
5. David Walder, Çanakkale Olayı, İstanbul, 1970.
6. Harp Tarihi Vesikaları Dergisi, s. 65, 66, 67.
7. Türk İstiklal Harbi, C.2, 6. Kısım, 4. Kitap
8. Tevfik Bıyıklıoğlu, Trakya'da Milli Mücadele, (2 cilt), Ankara, 1955, 1956.