Üç hafta kadar önceydi.
Ekrem İmamoğlu’na destek için kurulan seçim merkezindeki dostların çağrısı üzerine gençlik yıllarımı geçirdiğim Kocamustafapaşa’ya gidince, semtten sevgili arkadaşlarım Adem, Türel ve Mete ile buluşup Samatya’ya indik.
Babamın geçmişte Başkomiser olarak görev yaptığı metruk karakol binasının önünden geçip, hafızama “kumarhaneleri kapatan cesur ve dürüst bakan” olarak yerleşen Bahattin Yücel’in gayretleriyle eski güzel görünümüne kavuşan meydana doğru ilerlerken, Mete, birkaç bina ötesini gösterip “Çello çalan berberi hatırladınız mı?” diye sordu.
Çello çalan berber!..
İlk anda tuhaf geliyor değil mi?
Hiç gelmesin.
Çello çalan berber, buraya özgü etnik-kültürel mozaiğin yaşamayı bir şenlik haline getirdiği “Küçük Paris-Samatya”nın unutulmaz renklerinden sadece biriydi.

★★★

Sirkeci yönünden gelip Kocamustapaşa (Samatya) İstasyonu’nda duran akşam trenlerinin getirdiği yolcular telaşla evlerinin yolunu tutarlarken, kundura tamircisi Takvor Usta, dükkanını çoktan kapatmış ve trompetiyle Eddie Calvert’in unutulmaz “Cherry Pink And Apple Blossom White-Kirazın Pembe ve Elmanın Beyaz Bahar Çiçekleri”ni çalmaya başlamış olurdu.
Takvor Usta bu şarkıyı çalarak, gelip geçenlere baharın başladığını müjdelerdi.
Bahar sadece trompetin çok ötelerden bile duyulan büyüleyici sesiyle değil, Samatya’ya özgü kokularla da gelirdi.
Baharda deniz, yosun, kurutulmuş uskumru (Çiroz), midye tava ve ızgara balık kokuları semtin denize bakan tüm sokaklarına doluşurdu.Bu işaretler, daracık sokaklar, ikişer üçer katlı cumbalı ahşap evler ve Rumlar’ın taş yapılarından oluşan semtte, şenlikli günlerin de başlaması anlamına gelirdi.

Samatya’daki arkadaşlarımla...


★★★

Bereket habercisi o günlerde, Marmara’daki, Hayırsız ve İmralı Adaları arasında kalan alanda zıpkınla kılıç avlamaya çıkacak balıkçılar son hazırlıklarını yaparlar ve en küçüğü 40-50 kilo gelen balıkları yakalayabilmek için gerekli donanımları tamamlarlardı.
Teknelerin yıpranarak çatlamış ve yosun kaplamış boyaları kazınır, sonra özenle macunlanır, kuruyunca da yeniden boyanıp gelinlik kızlar gibi süslenirdi. Kılıç avcıları ayrıca sandalların burnuna bir direk ilave ederler, su üstüne çıkarak uyuyan avlarına sessizce yaklaşmalarını sağlayacak yelkenleri onarırlar ve zıpkına bağlı ipleri elden geçirirlerdi.
Baharın ilkyazla buluştuğu, denizin sanki tül perdeyle örtülmüş gibi dingin bir görünüm aldığı günler geldiğinde de yelkenler basılır, tekneler peş peşe ufka doğru açılırlardı.

★★★

İşte Hafız’ı, o şenlikli günlerin birinde Samatya Deniz Spor Kulübü’nün yazlık bahçesinde tanıdık.
Adını kimse bilmiyordu. Nereden geldiğini ve niçin “Hafız” denildiğini de!..
Saçı sakalı birbirine karışmış, 60-65 yaşlarında zayıf, ama sevimli yüzlü biriydi. Evsizdi. Yelkenleri rengarenk bezlerle yamanmış harap bir teknede, kendisi gibi evsiz olan ve hiç konuşmayan bir kadınla yaşardı. Barınaktaki balıkçılar teknesini sevabına boyarlar, yelkenlerini tamir ederek kılıç avına çıkacak hale getirirlerdi.
Ama o hiç ava çıkmaz, arada bir keyfe geldiğinde, yanık sesiyle türküler söylerdi. Belki de “Hafız” denilmesinin nedeni o yanık sesiydi...…

★★★

Herkese, hatta yoldan gelip geçenlere bile, dev bir kılıç vurduğunu, ama tam tekneye çıkarmak üzereyken zıpkını ve ipleri kopararak kaçtığını anlatırdı. Rivayete göre olaydan çok etkilenmiş ve bir süre Bakırköy Akıl ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nde tedavi görmüştü. Taburcu olup semte döndükten sonra da adı “Deli Hafız”a çıkmıştı!..
Çok onurlu biriydi. Kimseden yardım istemez, para vermeye çalışanları terslerdi. Para almamakta direnen esnafa ve müşterilerin göremeyeceği bir köşede zorla yemek yediren lokantacılara “Bedava değil ha!.. Bu sene öyle bir kılıç yakalayacağım ki, size olan tüm borçlarımı ödeyeceğim gibi, geriye param bile kalacak” derdi.

★★★

Hiç unutmuyorum, fırtınayı andıran sert poyrazın, köpüren iri dalgalarla denizi beyaza boyadığı bir ilkyaz günü, hiç konuşmayan sevgilisiyle el ele, kulübün bahçesine geldi.
Bahçenin ortasındaki bir sandalyenin üstüne çıkarak “Biliyorum bana inanmıyorsunuz… Hatta arkamdan ‘Hafız delidir, ne söylese yeridir’ diyerek dalga geçiyorsunuz ama sözümü tutacağım, dev kılıç balığını getirip burada sergiledikten sonra herkese olan borcumu kapatacağım” diye bağırmaya başladı.
Oradakilerin “Aman Hafız yapma etme, bu havada denize sakın çıkma, kimse senin hakkında böyle konuşmadığı gibi herkes çok seviyor. Ayrıca hiçbirimizin senden tek kuruş alacağı yok...” demelerine aldırmayıp doğru kıyıya koştu.
Akşama doğru, balıkçıların engelleme çabalarına karşın, ufka yelken açtığı haberi geldi.

★★★

Hafız ve sevgilisi ertesi gün dönmediler.
Sonraki gün de...…
Hiç dönmediler!..
Haftalar sonra duyduk ki; biri kadın diğeri erkek iki ceset, Kapıdağı yakınlarında karaya vurmuş...…

★★★

Arkadaşlarla Samatya’ya indiğimizde gördük ki, tam mevsimi olmasına karşın sokaklar çiroz kokmuyordu. Çünkü artık çiroz yapılabilecek kadar çok uskumru tutulmuyordu. Kılıçlar da uzun süre önce Marmara’ya veda etmişlerdi. Çello çalan berber, trompet kursları veren, öğlenleri dükkanını kapatıp pikabına koyduğu klasik müzik uzunçalarını dinleyerek uyuyan Takvor ustalar da hayata!…
Yaşam şenlik olmaktan çıktığı gibi, her gün artan geçim sıkıntıları, semtin dar ve orta gelirli insanlarını hayattan bezdirir hale getirmişti.
Güler yüzlü birine rastlamak bile zordu.
Bir tek anılarımız kalmıştı.
Hepimize iyi ki o günleri yaşamışız dedirten unutulmaz anılar...…
Cep telefonumdan, YouTube’a bağlanıp, Adem, Türel ve Mete’ye; Eddie Calvert’in muhteşem “Cherry Pink And Apple Blossom White”ını dinletmeye başladım.

★★★

Size de öneririm.
Çünkü hiç olmazsa bir pazar günü siyaset okuyup, siyaset dinlemekten uzaklaşmış ve ruhunuzu dinlendirerek “ihanet edilmeden önceki İstanbul’u” hatırlamış olursunuz!..