İngiltere’nin başkenti Londra’ya ilk kez 1970 yılında, dünyaca saygın yayın kuruluşu BBC’de (British Broadcasting Corporation) televizyonculuk eğitimi almak için gittim.
Uluslararası televizyon yapım-yönetim kursunda TRT’den 5 arkadaştık.
Dar ve orta gelirli İngilizlerin yaşadıkları bir semt olan Shepherd’s Bush’taki bir pansiyonda kalıyorduk. Çünkü kurs gördüğümüz White City’deki Television Center (Televizyon Merkezi) bize çok yakındı.
Türk televizyonculuğunun ilk kuşak yapımcı ve yönetmenleri olarak kursu başarıyla bitirip yurda döndük.

★★★

TRT’de çalıştığım yıllarda başta merhum İsmail Cem başta olmak üzere, genel müdürlerin çoğunun isteğiyle birçok kez BBC’ye gidip program çalışmalarına ve bilgi yenileme seminerlerine katıldım.
Ama bunların hiçbirinde ilk kurs sırasında Selim ve Işık’la aylarca yaşadığımız eve uğrama imkanını bulamadım.
Ta iki yıl öncesine kadar...

★★★

Bir etkinlik daveti üzerine Londra”ya gitmişken pansiyon evimizin bulunduğu sokağa da uğradım.
Bir de ne göreyim?..
Aradan yarım asıra yakın zaman geçmiş olmasına rağmen, her şey bıraktığımız gibi durmuyor mu?
Bizim 8 ay süreyle konakladığımız bina, diğer evler, mahallenin Çin lokantası, “Pub”lar, tek katlı iş yerleri, hiçbiri bozulmamış, kimi dükkan el değiştirmiş, hepsi o kadar!..
Bir an için kendimi zaman tüneline girmiş gibi hissettim. Hatta dükkanların birinden sevgili arkadaşım Selim’in, ya da Işık’ın çıkabileceğini bile düşündüm!..

★★★

Sonra gözümün önüne doğup büyüdüğüm, İstanbul’da yaşadığım semtler geldi.
Doğduğum ev, çocukluğum ve gençliğimde oturduğumuz binalar, Kocamustafapaşa’da acı tatlı anılarla 17 yılımızın geçtiği yuvamız, onca içkili yer arasında gençleri her türlü kötülükten koruyan bir sığınak olarak gördüğümüz Samatya Deniz Spor Kulübü, Florya-Şenlikköy’ün Atatürk Havalimanı’na bakan kısımlarında futbol oynamaktan dönerken önümüz sıra tavşanların kaçıştığı arsalar, buğday ekili tarlalar, meyve ağaçlarıyla dolu, bülbüllerin şakıdığı bahçeler, hatta Yeşilköy’de yıllarca ikamet ettiğim apartman... Hiçbiri, ama hiçbiri yok artık...
Geriye bir tek anılarımız ve onları düşündükçe gözlerimizden süzülen yaşlar kaldı.
Rant ve para hırsıyla dünyanın en güzel kentini tanınmaz hale getiren yapı ve arazi yağmacılarının ellerinden gelse, anılarımıza da çökecekler!..
Evet çocukluğum ve gençliğimin İstanbul’u bana göre eşsiz güzelliklere sahipti.
Şimdi ise birkaç yıl ayrı kalanın döndüğünde sokağını ve evini bulmakta zorlandığı bir taş ve beton yığını!..
Hele kıyılarda her biri çirkinlik anıtı gibi yükselen o beton setler, cam giydirilmiş ucube gökdelenler!..
Toplumun malı olan deniz diplerine kondurulmuş rant kalelerine hepimizle dalga geçercesine verilen “Sea Pearl-Deniz İncisi” gibi isimler!..
Kente yaptıkları büyük ihaneti kabul etmelerine karşın hala “İstanbul”u biz yönetmeliyiz...” ısrarını sürdürenler!..
Kısacası; 23 Haziran’da kırmızı kartı bir kez daha görmeyi hak edenler!..