Heyecanla bekledigimiz o gün nihayet geldi.
Sandığa gidecek, oyumuzu verip sonuna kadar takipçisi olacağız.
Biliyorsunuz seçim günü siyaset yazmak yasak!
O halde size film senaryolarını andıran, ama her satırı gerçek olan bir Pazar öyküsü sunayım:



★★★

Hürriyet Gazetesi’nin basınımızın “Amiral Gemisi” olduğu yıllardı.
Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nin insanlık suçlarıyla dopdolu karanlık geçmişini anlattığım programın, bunda payı olan bir TRT Yönetim Kurulu Üyesi’nce acımasızca sansür edilmesine sert tepki göstermiş, mesleğimi bir daha yapmamayı göze alarak tek kanallı televizyondan ayrılmıştım. Zira ufukta henüz özel televizyonlara izin verileceğine yönelik en ufak bir belirti yoktu...



★★★

Hürriyet’in sahibi Erol Simavi ile Genel Yayın Yönetmeni Çetin Emeç’in daveti üzerine Bab-ı Ali’nin amiral gemisinde çalışmaya başlamıştım.

★★★

Uyuşturucu-altın-döviz kaçakçılığı bağlantısını belgeleyen haberlerim, bu trafikten inanılmaz kazançlar sağlayan mafyayı çok rahatsız etmişti. Peş peşe ciddi tehditler gelmeye başlayınca, büyük gazeteci Çetin Emeç’in önerisiyle bir süreliğine Antalya’da, hiç kimsenin bilmediği bir yerde saklanmak zorunda kalmıştım. Bu arada yiğit kişiliğinin yanı sıra, gerçek bir dost olan Çetin Bey, güvenliğim için gereken önlemleri aldırmış, medyada ilk kez, bir muhabirin altına zırhlı bir araç verilmesini sağlamıştı. Fakat gazete kadrosundaki şoförlerin hiçbiri, bu görevi kabul etmeye yanaşmıyordu. Kime teklif yapılsa “Uğur Dündar’ı severiz, haberciliğini takdir ederiz, ama çoluk çocuğumuz var. Onunla birlikte kim vurduya gitmek istemiyoruz” diyerek reddediyordu.

★★★

O hariç!..
Üstelik teklif beklememiş, gönüllü olarak şoförlüğümü üstlenmişti.

★★★

Ben Kocamustafapaşalıydım, o da Şehreminili...
Aynı semtlerin, hayata benzer bakışların, paylaşmanın, delikanlılık raconlarının, mezara kadar sürecek arkadaşlığın ne demek olduğunu, ikimiz de çok iyi biliyorduk.

★★★

Bir süre sonra, yine Hürriyet bünyesinde değerli dostum Haluk Şahin’le Türkiye’deki ilk soruşturmacı televizyon gazeteciliği örneği olan ARENA’yı başlattık.
Program büyük reytingler yapınca, kısa sürede dev bir kadro oluşturduk. Ama o, arada da benimle çalışmaya devam etti.
Haber peşinde koşarken birçok kez ölümle burun buruna geldik. Hiçbirinde kılı bile kıpırdamadı, en ufak yılgınlık göstermediği gibi, korkunç tehlikeleri gülümseyerek göğüsledi. (Aramıza sonradan katılan fedakar Korkmaz İpek ile birlikte...)

★★★

Gün geldi, emekli olup köşesine çekildi.
Ama iletişimimiz hiç kesilmedi.
Geçen sene akciğer kanserine yakalandığını öğrendim. Tedavisiyle ilgilenirken iğne iplik haline gelişini acıyla izliyor, ama bu hastalıkla mücadelede en etkin ilacın moral olduğunu bildiğimden, hep umut aşılıyordum.
Nitekim çok geçmeden tedaviye cevap vermeye ve hızla kilo almaya başladı.
Doktoru kanseri yendiğini müjdelediğinde 15 kilo almıştı!..

★★★

Geçenlerde bir akşam, ARENA’ya emek vermiş değerli ekip arkadaşlarımın bir bölümüyle yemek yedik.
Yıllar sonraki buluşmaya onun adını vererek ‘Aslan Kızılkan Gecesi’ dedik.
Onu ve değerli eşini alkışlarla konuk ettik...

★★★

Gecenin sonunda anı fotoğrafları çektirirken aklıma kısacık yaşamına muhteşem şiirler sığdıran Ziya Osman Saba’nın ‘Mümkündür bütün mucizeler’ deyişi geldi.
Ve o anda bu yazıyı, kendilerini en yenik hissettiklerinde bile başarının hemen yanıbaşlarında durduğunu unutmayıp, umuda yolculuktan asla vazgeçmeyenlere adamaya karar verdim...

★★★

Seçimin demokrasimize ve ülkemize güzellikler kazandırmasını, her şeyin çok güzel olmasını diliyorum...