Yıl, 2004...

Arena’nın gözü pek, başarılı muhabiri Mine Özbek ve cefakar kameraman arkadaşı Murat Sis, bir sabah 05.00’te Münih Merkez Hali’ndeler...

Amaçları Türkiye’den gönderilen sebze ve meyve yüklü TIR’larda gıda denetimlerinin nasıl yapıldığını görüntüleyip ülkemizde de benzer önlemlerin alınmasını sağlamak...

★★★

Tespitlerine göre Almanya’da denetim, daha sınırda başlıyor. Uzmanlar, ülkeye giriş yapan TIR’lardaki ürünlerden örnekler alıp hem fiziksel görünümlerine bakıyorlar, hem de pestisit (zirai mücadele ilacı) kalıntısı ve aflatoksin gibi kanserojen maddelerin bulunup bulunmadığını belirlemek için laboratuvarlara gönderiyorlar.

Asıl sıkı kontrol ise Münih Merkez Hali’ndeki son derece donanımlı laboratuvarda yapılıyor.

Bu denetim aşamalarından geçmeyen hiçbir gıdanın tüketiciye ulaşmasına izin verilmiyor.

★★★

O yıllarda ülkemizdeki uygulama ise kelimenin tam anlamıyla “feci” durumda.

Zira başta İstanbul olmak üzere büyük kentlerimizin hiçbirinin meyve ve sebze halinde laboratuvar bulunmuyor. Ürünler çıkış noktalarından itibaren denetime tabi olmaksızın hallere, oradan da tüketiciye ulaşıyor!.. Örneğin üzerinde kanserojen etkili kimyasal madde kalıntısı bulunan bir ürün, Bayrampaşa Meyve ve Sebze Hali’ne kolayca getiriliyor ve bunu ortaya çıkaracak bir sistem henüz kurulmadığından, tüketici kanseri afiyetle (!) yemek zorunda kalıyor!..

Arena’nın yayını sonrasında programımıza konuk olan dönemin İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş, yeni yapılacak hallerde laboratuvar bulunacağı ve çağın gerektirdiği tüm gıda güvenliği önlemlerinin alınacağı güvencesini veriyor.

★★★

Aradan geçen yıllarda kontrolsüz zirai mücadele ilacı kullanımının önüne geçmek için Tarım ve Orman Bakanlığı bünyesinde bir şeyler yapılıyor, bazı önlemler alınıyor. Örneğin bayilerin ilaç satışlarını kontrol altında tutabilmek amacıyla tıpkı eczanelere benzer bir uygulama sürdürülüyor. Beşeri ilaçların doktor reçetesine bağlanması gibi, bazı tarım ilaçlarının satışları da ziraat mühendislerinin verdikleri belgelerle gerçekleşebiliyor.

Ama ne yazık ki hedeflenen sonuca bir türlü ulaşılamıyor!..

★★★

Şimdi sıkı durun.

Okuyacağınız mektubu, geçen hafta yayınladığım “Gıda Teröründe Rekor” başlıklı yazımdan hemen sonra aldım. Yazan kişi; Anadolu’nun ünlü bir üniversitesindeki tıp fakültesinde, bir ana bilim dalının başkanlığını yapıyor. Profesör okurum isminin yazılmasında sakınca görmüyor ama alacağı muazzam tepkiyi tahmin ettiğimden saklı tutuyorum. Çünkü yazdıkları korkunç!

“Uğur Bey,

Yazınızda belirttiğiniz DDT ile ilgili başımdan geçen bir olayı anlatmak istiyorum. 5-6 yıl önceydi sanırım, bağımdaki ağaçlarda bir hastalık baş göstermişti. Bu işlerden anlayan bir arkadaşım, ağaçları ilaçlamamız gerektiğini söyleyince birlikte tarım ilaçları satan dükkanların olduğu bölgeye gittik. Bu dükkanlar, İl Tarım Müdürlüğü’ne 500 metre kadar bir mesafede yer almakta. Arkadaşım, girdiğimiz dükkanlarda bir ilaç soruyor ve satıcılar olmadığını söyleyerek bize başka bir ilacı öneriyorlardı. Bu iş yerlerinin birinde önerilen bu ilacın kutusunu alıp okuyunca, dükkan sahibi ile aralarında geçen şu konuşmaya hayretler içerisinde tanık oldum:

Arkadaşım: Bu ilacın içinde DDT var.

Satıcı: Evet var!

Arkadaşım: Ama bu yasak!

Satıcı: Doğru ama en etkilisi bu ve herkes bunu kullanıyor!..

Tabii almadan çıktık ama İl Tarım Müdürlüğü’nün burnunun dibindeki dükkanlar sorumsuzca bu ilaçları satıyorlar ve üreticiler de bunları ürünlerinde kullanıyorlar. (U.D.’nin notu: DDT topraktan ancak 60 yılda atılıyor. Kısırlıktan kansere kadar birçok hastalığa sebep oluyor. O nedenle tüm dünyada üretimi, satışı ve stoklanması yasak. Ama ülkemizde el altından hâlâ satılıyor!..)

O günden beri başında ‘köy bilmem nesi’ olan hiçbir ürünü evimize sokmuyoruz. En azından seraların daha bir denetim altında olduğunu düşünerek sera ürünlerini almaktayız. Kuru gıda ürünlerini ise maalesef Türk üreticilerine güvenimiz sarsıldığından dolayı bir yabancı dev market zincirinden almayı tercih ediyoruz.

★★★

Yine bir başka gıda terörü ile ilgili yaşadığım bir olaydan bahsedeyim. Çalışma arkadaşlarımla birlikte şehrimizdeki gölün kenarında bulunan bir kır lokantasına balık yemeğe gitmiştik. Lokantanın sahibi yanımıza oturdu ve sohbet sırasında kebaplarının da lezzetli olduğunu, etlerinin kendi besihanelerinden geldiğini söyledi. Nasıl olduysa besicilik hakkında konuşmaya başladı ve büyükbaş hayvanlarına çabuk gelişsinler diye bir iğne yaptıklarını söyledi. 2 iğne sonrası 8 aylık hayvanların 30 aylık görünüme geldiklerini 3. iğneye gerek kalmadığını belirtti. Hatta bu hayvanları kurban bayramında sattıklarını da anlatıp, 8 aylık oldukları anlaşılmasın diye de dişlerini çektiklerini ifade etti. Besicilikten anlayan bir arkadaş hangi iğneyi yaptıklarını sordu. Söylediği ismi duyan arkadaşım, ‘Bu yasak’ dedi. Lokanta sahibi ise ‘Olabilir ama çok işe yarıyor’ cevabını verdi. O günden beri evimize dana eti sokmuyoruz, hastalarıma ve tanıdıklarımıza da bu olayı anlatıyorum.

★★★

Diyebilirsiniz ki ‘Neden bunları yetkililere şikayet etmediniz?..’ Haklısınız, ama bir başka yaşadığım olayda, bir benzin istasyonunu, yakıtla birlikte hava bastığından dolayı İl Çevre ve Şehircilik Müdürlüğü’ne şikayet etmeye kalktım. İlgili memur, elimde belgeler olmasına rağmen bana şunları söyleyerek şikayetimi işleme koymadı:

‘O benzin istasyonunun sahibini tanıyorum, onlar böyle şeyler yapmaz!..’

Halkın yanında olması gereken devletin memuruna bir türlü laf anlatamadım. İşte bu nedenle, bu yaşadıklarımı yetkililere iletmedim, çünkü bunların düzeleceğine olan inancımı maalesef kaybettim. Ne yazık ki çürüme, toplumun her katmanında derinlik kazanmış!..”

★★★

Sağlığımız da Allah’a kalmış!..